ABD’deki Yahudi Gücü
SAAF- Kuroş Ahmedî’nin, “ABD’deki İsrail Yanlısı Lobi” adlı bu çalışması, İran’da yayınlanmakta olan Rahbord dergisinin 25. sayısında yayımlandı, yazıyı Alptekin DURSUNOĞLU çevirdi.
Giriş
“Amerika’daki Yahudi gücü” özellikle Orta Doğu ülkelerinde, bölge ile ilgili Amerikan kararlarının izahı noktasında çok kullanılan tanıdık bir kavramdır.
Bu kavram, Amerikan dış politikasının oluşturulmasında Yahudilerin siyâsî nüfuzunu açıklamaya dönük olmak üzere, dünyanın başka birçok bölgesinde de kullanılmaktadır. Gerek bu kavram gerekse bundan türeyen “Yahudi lobisi” kavramı, çoğunlukla bazen masonluğu ve benzer bazı örgütleri çağrıştıran bir gizemlilik halesiyle kaplanmış bir hâlde bulunmaktadır.
Adına Amerikan siyasî karar süreci denen karmaşık olguyu tanımayı, Amerikan uygulamalarının sebebini anlama noktasında bir gereklilik olarak kabul ediyorsak ve onu etkilemek için çalışmayı gerekli görüyorsak; Amerika’daki Yahudi gücünün oluşum sebeplerini, etkenlerini ve nasıl çalıştığını anlamayı, özellikle Orta Doğu ile ilgili meselelerde Amerikan dış politikasını anlamanın ve bu çerçevedeki sır perdesini aralamanın gereklerinden biri olarak kabul etmeliyiz.
Bununla birlikte tek başlına “Yahudi gücü ya da lobisi” kavramı, İsrail çıkarlarını sağlama hedefi doğrultusunda Washington’daki siyâsî kararları doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen şeylerin tümünü açıklıyor değildir.
Resmen kayıtlı olan ve Amerikan hâkim gücünün İsrail’le ilgili meselelerdeki kararlarını etkilemeyi kendine görev edindiğini açıkça ortaya koyan birkaç güçlü baskı grubu (lobi), Amerika’da benzer hedefler peşindeki geniş etkin kesimin sadece bir kısmını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte Amerikalı Yahudilerin sahip olduğu ve gösterdikleri faaliyetler açısından kendilerinden doğrudan “lobi” olarak söz edilemeyecek birçok güçlü dernekleri ve örgütleri de vardır. Bu örgütlerin büyük bir bölümü, sadece Yahudilerin geniş kesimlerle ilgili işlerdeki eylem birlikteliğini korumak; bu cümleden onları yerel, bölgesel ve federal siyasî faaliyetlere teşvik etmek ve Yahudilerin çıkarları ile ilgili noktalarda yayın ve iletişlim alanlarında işbirliği yapmak konularında çalışmaktadır.
Muhtemelen sayıca Yahudilerden az olmamalarına rağmen, Amerika’daki Müslümanların büyük bir çoğunluğunun, sosyal ve kültürel faaliyetlerdeki tecrübesizliklerini, düzenli siyâsî ve kültürel faaliyetlere ve örgütlere değer vermeme özelliklerini, daha önce bulundukları ülkelerden Amerika’ya kendileriyle beraber taşıdıklarını görmekteyiz.
Bu siyâsî tavırsızlığa, bir de derin ayrılıkları ve başka birtakım sorunları eklediğimizde, Amerikan toplumunda infialden, siyâsî pazarlıklarda oyuna dâhil edilmemekten ve asla da edilemeyecek olmaktan başka bir sonucun çıkmadığını görmekteyiz.
Elbette Yahudilerin Amerika’daki gücü, sadece Yahudilerin etkinlikleriyle sınırlı değildir. Amerika’da, üyeleri Yahudi olmamakla birlikte İsrail çıkarlarını Yahudilerden çok daha şazla koruyan başka gruplar da bulunmaktadır. Bu noktada sağcı Hıristiyanlarla (fundamentalist Hıristiyanlar ya da Siyonist Hıristiyanlar diye de şöhret yapmışlardır.) Yeni Muhafazakârlar da zikredilmeye değerdir.
“Amerika’daki Yahudi gücü” şeklindeki avamî tasavvurla, bu konuda nesnel ve gerçekçi incelemeler sonucunda elde edilen birikim arasında kesinlikle bir ayrıma gitmek gerekmektedir.
Birinci tasavvur kadercidir. Bu tasavvur, egemen şartları nazarı dikkate alarak, bilinmeyen aktörlerin sınırsız gücünden kaynaklanan “meçhul” ve “esrarengiz” bu güç karşısında ümitsizliği ve teslimiyeti öğütler. Böylece fiilen tam da bu lobilerin istediği davranış biçimine uygun bir zemin oluşturur. İkinci olarak söylenen birikim ise, Amerika’daki Yahudilerin sahip oldukları nesnel gücü, gerçekçi bir şekilde tanımaya çalışır. Şüphesiz ancak böylesine gerçekçi bir tanıma, Amerika’daki Yahudilerin gücü karşısında etkin bir karşı koyuşlun yollarını gösterebilir.
Bu makale, birinci tasavvurdan uzak durarak, ikinci yolda adım atmaya dönük olarak hazırlanmıştır.
Bu yazıda öncelikle, Amerika’daki nesnel Yahudi gücünü tanımanın gerekliliği kısaca anlatılacaktır. Daha sonra Amerikan siyasetinin oluşumundaki Yahudi nüfuzuna ve bunun geçmişline işaret edilerek, böylesi bir nüfuzun nasıl ve hangi araçlarla kazanılmış olduğu incelenecektir. Sonuç bölümünde de, Amerika’daki Müslümanların ve Arapların kendi menfaatlerini yürütmeye dönük faaliyetlerine değinilecektir.
Konunun önemi
Amerikan dış politikasının, dünyanın çeşitli bölgelerindeki önemli, bazen de tayin edici etkisi inkâr edilemez. Büyüyen Amerikan ekonomisi ve Amerikan askerî gücü, bu ülkeye uluslararası ilişkilerde benzeri görülmemiş bir etkinlik imkânı kazandırmıştır. O kadar ki, dünyanın herhangi bir bölgesindeki dikkate değer herhangi bir değişlim, Amerikan politikalarının tayin edici etkisinden uzak kalamamaktadır.
Gerek Amerikalılar, gerekse başka milletlere mensup uzmanlar, ABD’nin dünyanın tek süper gücü olduğu konusunda hemfikirdirler. Fakat hemfikir olunan konu, sadece bundan ibaret değildir. Amerika, ekonomiden askerî güce, diplomasiden kültürel belirleyiciliğe kadar her alanda kendisini en yakından takip eden birçok ülkeyi çok çok geride bırakmıştır.
Paul Kennedy, on yıldan şazla bir zaman önce Büyük Güçlerin Yükselişli ve Çöküşlü adlı kitabında, 500 yıl öncesindeki dünyanı n büyük güçlerinin değişlim seyrini incelemiş, ABD’nin ekonomik ve askerî gücünün sonraki aşlaması konusunda olumsuz görüş belirtmişti. 1990’lı yıllarda ise Amerikan ekonomisinin benzeri görülmedik bir şekilde gelişmekte olduğuna dair bir makale yazmış ve Amerikan gücünden “mevcut tek süper güç” olarak söz etmiştir. Kennedy’ye göre: “Şimdi güçler arasındaki şark, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar şazla açılmıştır.”
Kennedy’nin belirttiğine göre, Amerika’da yeni malî yılda askerî bütçede sadece arttırılması önerilen 48 milyar dolarlık rakam, İtalya’nın tüm askerî bütçesinden iki kat ve İngiltere’nin tüm askerî bütçesinden ise (32 milyar dolar) üçte bir oranında daha büyüktür (Hâlbuki İngiltere, nitelik açısından dünyanın ikinci önemli askerî gücüdür).
Kennedy’ye göre, böylesine devasa bir bütçenin sadece askerî harcamalara ayrılmasını mümkün kılan tek şey, Amerikan ekonomisinin gücüdür. Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişli ve Çöküşü adlı kitabında, 1980’li yılların sonundaki ABD’yi; gayri safi yurt içi üretimi, dünyadaki tüm üretimin yüzde 22’sine denk olduğu için tükenmekte olan bir güç olarak nitelemişti. Son makalesinde ise, ABD’nin gayri safi yurt içi hâsılasının tüm dünyanınkinin aşağı yukarı yüzde 30’u olduğunu belirtmekte ve bu devasa askerî bütçenin, Amerikan gayri safi yurt içi hâsılasının yüzde 3,2’sine ulaşmamasından dolayı rahatlıkla tahammül edilebilir olduğunu ifade etmektedir.
Böylesi bir gücün liderliği taraşından alınacak kararların, uluslararası ve bölgesel değişimlerde tayin edici etkiler yaratacağından hiç kuşku duyulmamalıdır. Şüphesiz Amerikan ekonomik ve askerî gücü, Amerikan dış politikasında uygun bir tercüman bulmuş ve bu da onun etkinliğini ve işlevselliğini arttırmıştır. Bu yüzden Amerika’nın uluslararası tavırları ve bu tavırların nasıl oluştuğu son derece önemlidir. Amerikan dış politikasının esaslarının belirlenmesinde yardımcı olan her şey, küçük bile olsa etkili olduğu için son derece büyük bir öneme sahiptir.
Amerikan hükümetinin dış politika ile ilgili konularda karar alma sürecinin niteliğine ve sınırlı bir süre için karar verici organların başkanlığında yer alan şahısların güçlerinin sınırlılığına dair nesnel ve gerçekçi bir bilgi kazanmanın zarureti ortadadır.
Bilgisizlik, eksik bilgi, tahmine, zanna, ön yargıya, mesnetsiz varsayımlara dayalı yaklaşımlar, ülkelerin ulusal çıkarları için vahim zararlara sebep olabilir.
Bu genel esaslar çerçevesinde, Yahudilerin Amerika’daki nüfuzları ve oynadıkları rol, ancak gerçekçi bir şekilde incelenip nesnel veriler halinde ortaya konarak anlaşılabilecektir. Bu noktada hedef, İsrail yanlısı lobilerin Amerika’daki karar alma süreci üzerinde nasıl ve ne ölçüde etkili oldukları konusunda ön yargıdan uzak, nesnel ve titiz bilgiler kazanmak olmalıdır.Paul
Açıktır ki, ciddi bir şekilde kendi ulusal çıkarlarının peşlinde olan devletler, Amerika’daki karar alma sürecinin nasıl gerçekleştiğini anlamaya olağanüstü bir önem vermekle kalmıyorlar; bu anlamayı, bu süreci etkilemenin bir ön adımı olarak da değerlendiriyorlar.
Bu yüzden geçtiğimiz on yıllar boyunca, dış politika alanında mevcut Amerikan yasalarının tanıdığı serbestlik sayesinde şekillenmiş olan ve çoğunlukla millî ve dinî telkinlere dayalı baskı grupları (lobiler), kendi görüşleri doğrultusunda Amerikan dış politikasında son derece önemli bir rol oynadılar.
Amerikalı Almanlar, Amerikalı İrlandalılar, Amerikalı Kübalılar vs. gibi gruplar, bu noktada dikkate değerdir. Resmî Amerikalı Yahudi lobisi de esasen bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bu doğrultuda gerek büyük, gerekse orta halli tüm dünya ülkeleri, Washington’da şarklı derecelerde nüfuz grupları oluşturmakta ya da bu grupları desteklemektedir. Bu gruplar, kamuoyunu ve hükümeti, çeşitli şekillerde etkilemek için yoğun bir şekilde çalışmaktadır.
Amerika’daki Yahudilerin Rolü ve İsrail Karşısında Amerikan Devlet Politikası
Amerikan Başkanı George W. Bush’un Cumhuriyetçi Parti’deki 24 Haziran 2002 tarihli konuşmasını, bir Amerikan başkanının yaptığı sadece en İsrail yanlısı konuşma değil, temsilciliğini Ariel Şaron’un yaptığı en İsrail sağı yanlısı konuşma olarak değerlendirmek mümkündür. Bu noktada asıl şaşırtıcı olan, böylesi bir tutumun Cumhuriyetçi bir hükümet taraşından sergilenmiş olmasıdır. Zira Cumhuriyetçiler, Demokratlara oranla çok daha az İsrail yanlısı idi ve sürekli olarak Araplarla da normal ilişkiler kurmaya çalışırlardı.
Bush, İsrail’in Batı Şeria’ya yönelik saldırısının ilk günlerine denk gelen 4 Nisan 2002 tarihli önceki konuşmasında, açıkça “İsrail’in Batı Şeria’dan çekilmeyi başlatmasını” istemişti. Kendisi, yaklaşık olarak bir hafta sonra da bu isteğini ikinci kez çok daha vurgulu bir şekilde ifade etmişti. Fakat İsrail yanlısı lobiyle onların Amerika’daki destekçilerinin seferber olması üzerine, bir kenarda durup İsrail’in işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği operasyonları izlemeğe mecbur olmuştu. Bush’un, Şaron’u işgal altındaki topraklardan çıkarma konusundaki güçsüzlüğü, Powel’ın 2002 Nisan’ında, İsrail’in işgal altındaki topraklardaki saldırılarını sürdürdüğü bir sırada bölgeye yaptığı neticesiz ziyaret ve son olarak da Bush’un 24 Haziran’daki konuşması, Amerika ile İsrail’i birbirine bağlayan stratejik, siyasî, kültürel ve dinî bağların gücünü göstermektedir.
Bu; kongre, kamuoyu, seçimler ve seçim yatırımları gibi hususlar düşünüldüğünde Amerikan ulusal çıkarlarına aykırı dahi olsa, Amerikan politikacıları açısından İsrail etkisinden uzak kalmanın oldukça zor olduğunu göstermektedir. O kadar ki, hatta bir başkan bile kendinin ve partisinin siyasî konumunu ve itibarını korumakla, ilan edilen politikalardan taviz vermek arasında tercihe zorlanmaktadır. Nitekim Amerika, İsrail’in yaptıkları yüzünden birçok ülke taraşından eleştirilmekte ve kınanmaktadır.
George Bush’un 24 Haziran’daki konuşması, 4 Nisan’dan beri yaptığı konuşmalar içerisindeki en olumsuz konuşmaydı. Hâlbuki o, 4 Nisan’da açıkça “Bir Filistin devleti kurulması hedefini” desteklemiş ve İsrail ile kurulacak Filistin devletinin bir arada yaşamasını bir çözüm yolu olarak ortaya koymuştu. Daha sonraki konuşmasında, “Filistinliler demokrasiyi kabul etmeleri, yolsuzlukla mücadele etmeleri ve terörü şiddetle reddetmeleri durumunda, Amerika’nın geçici bir Filistin devleti kurulmasına yönelik desteğini bekleyebilir” dedi.
Bush, 24 Haziran’daki konuşmasında barışın gerçekleşmesinin “yeni ve farklı bir Filistin liderliğine” bağlı olduğunu söyledi ve Amerika’nın, kurulacak bir Filistin devletine olan desteğinin, Filistin halkının “yeni bir liderliğe ve yeni kurumlara sahip olmasına ve komşularına karşı yeni güvenlik tedbirleri almasına” bağlı olduğunu söyledi. Ayrıca “Bugün Filistin liderleri, terörizme karşı çıkmıyorlar, tersine onu destekliyorlar” dedi.
Bush, Colin Powell ve Rumsşeld’i de yanına alarak Beyaz Saray’da yaptığı bu konuşmasında, daha önceki konuşmasının aksine, İsrail’in Batı Şeria’dan çekilmesine yönelik olarak hiçbir şey söylemedi. Hâlbuki bu konuşmanın yapıldığı sırada bu bölgedeki yedi büyük şehir, İsrail’in çeşitli derecelerdeki işgali altında bulunuyordu.
Bush, İsrail’in Eylül 2000 öncesi (intifadanın başlamasından önceki) duruma dönmesinin güvenlik konusunda sağlanacak ilerlemelere bağlı olduğunu ifâde etti ve şunları söyledi: “İsrail vatandaşlarının öldürülmesi durumunda İsrail kendisini savunmaya devam edecektir.”
Bush’un 24 Haziran 2002’de söyledikleri, Likud Partisi tavrının bir Amerikan başkanı taraşından kabul edilmesi demekti ki, böylesi bir şey daha önce hiç gerçekleşmemişti. Bundan daha da önemlisi, böylesi bir tutumun cumhuriyetçi bir hükümet taraşından sergilenmiş olmasıdır. Bu durum yaşlanmakta olan değişlimin önemini çok daha şazla arttırmıştır.
Carter ve Reagan dönemlerinde, ABD’nin İsrail Büyükelçiliği görevini yürüten Sam Lewis’in deyimiyle, Bush’un bu açıklamaları, “Bir ABD başkanının, İsrail sağının barışlın sağlanması için atılması gereken ön adım konusundaki yorumunu neredeyse tamamen kabul ettiği anlamında kesin bir hüküm içeriyordu. Ayrıca bu açıklama, Bush’un terörizmle mücadele konusunda hangi önceliğe inandığını da göstermektedir.”
Bu konuşma Bush’un, “Bizim dışımızdakiler, terörizmle mücadelemizde ya bizden, ya da teröristlerden yanadırlar” sloganıyla tam bir uyum içerisindedir. Bununla Orta Doğu şartlarında “Filistin liderliği” teröristlerden yana bir konuma yerleştirilmektedir. Bu ise Şaron hükümetinin uzun zamandan beri propaganda etmekte olduğu şeydir.
Bu konuşmadan sonra birçok kişi, Bush’un bu sözlerinin Orta Doğu gerçeklerine dayalı olmadığını; bunun Amerikan iç politikasını göz önünde bulundurarak yapılmış bir konuşma olduğunu fark etmiştir. Sadece Yahudi lobisi ve Amerika’daki Yahudi seçmenler değil, Bush’u iktidara getiren koalisyonun önemli bir kısmını oluşturan sağcı Hıristiyanlar ve “Yeni Muhâşazakârlar” da bu konuşmanın en önemli hedef kitlesiydi. ABD’de yapılan bir kamuoyu araştırması, Filistinlileri destekleyenlerin oranını yüzde 15’ten az gösterirken, Amerika’daki siyasî aktivistlerin dikkate değer bir kısmının İsrail yanlısı olduğu bilinmektedir.
Amerikan ölçütlerine göre işlerini yürütmeyi ve yeniden seçilmeyi düşünen bir ABD başkanının, kendi çıkarına olan bir yolu tercih edecek olması doğaldır. Nitekim çoğu kimse baba Bush’un 1992’de işgal altındaki topraklarda yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya çalışan sağcı İsrail hükümetiyle ters düşmesinin, onun seçim yenilgisi almasında çok etkili olduğunu düşünmektedir.
Sonraki bölümlerde göreceğimiz üzere, Yahudi lobisi ve özellikle de İsrail’in Yahudi olmayan taraftarları, Bush’un yukarı da söz konusu edilen iki konuşması arasındaki üslup şarkında çok etkili olmuştur. İsrail yanlısı lobilerin, ABD Kongresi üzerindeki nüfuzunun, onların yürütme gücü üzerindeki nüfuzlarından çok daha şazla olduğu konusuna ilişkin ileride daha açıklayıcı bilgiler verilecektir.
Geçmiş
Yahudilerin Amerika’daki karar alma süreci üzerinde etkili olma yönündeki ciddi çabalarının geçmişli, İkinci Dünya Savaşlı sonrasının ilk yıllarına uzanmaktadır. Bir taraştan İsrail’in kurulması, diğer taraştan da Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan en güçlü ülke olarak çıkması; Amerikalı Yahudileri, İsrail devle-ti için Amerikan desteğini kazanma arayışlına sevk etti. Onlar, tersi bir durum olması durumunda yani Amerika’nın Arap ve İs-lâm ülkelerini desteklemesi ya da bir anlamda taraşsız kalması durumunda, hem İsrail’in hem de kendilerinin Yahudilerin genel çıkarlarını temin etmek üzere başka bölgeler aramak zorun-da kalacaklarından şüphe etmiyorlardı.
İnsan hakları boyutu ve Yahudi meselesine olan sempati, Amerika’daki Yahudi gücüne ait nüfuzun şekillenmesini başlattı.
Yahudilerin Avrupa’da incitilmesi ve bazı Amerikalıların iki dünya savaşlı arasında Yahudilere yardım etmemekten kaynaklanan suçluluk duygusu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahu-dilerin Amerikan toplumuna çeşitli düzeylerde kabul edilmesine uygun zemin hazırladı.
Daha sonra Soğuk Savaş’ın başlaması ve iki süper gücün nüfuzlarını Orta Doğu’ya yayma konusunda rekabete girişmesi, Yahudi meselesinin jeopolitik ve stratejik boyutlar kazanmasına sebep oldu. Bu mesele, özellikle 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’ndan sonra artan bir önem kazandı.
Bu konuya eklenen diğer bir boyut da, taraşların “demokrasi” de birleşir tarzda ortak bir siyasal düzene ve muhtemelen ortak toplumsal ve siyasal değerlere inanmalarıdır.
Daha ileri düzeyde bakacak olduğumuzda, Amerikan toplumunun belli bir kısmının, itikadî meselelerde Yahudi-Hıristiyan müştereklerini de bu bütüne eklediklerini görmekteyiz. Bütün bu faktörler, Amerika’daki Yahudi toplumunun faaliyetleri için uygun zeminler yarattı.
Yahudiler, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Amerikan toplumundaki nüfuzlarını kararlı bir şekilde genişlettiler ve bu yöndeki çalışmalarını hukukî ve medenî alanlarda ve bir azınlık olarak onların konumlarını doğrudan etkileyen temel özgürlükler alanında genişlettiler.
Onların faaliyetlerinin ilk adımı Demokrat Parti’de oldu ve bu hâlâ devam etmektedir. İsrail’in kurulması da Amerikan Yahudilerini dış politikayla ilgili kıldı; bu süreç özellikle 1967’de hız kazandı.
Amerikalı Yahudiler, çok uzun bir süre boyunca sadece iki defa geri adım attılar. Birincisinde Süveyş Kanalı’nın İsrail, Fransa ve İngiltere taraşından ele geçirilmesi sırasında Eisenhower’ın ültimatomu (Kruşçev ile birlikte), söz konusu üç ülkenin geri çekilmesine sebep oldu. Bu ise Amerikalı Yahudilerin Cumhuriyetçi Eisenhower hükümetine öfke duymasına yol açtı. İkincisi, 1990’lı yılların başlarında (Baba) Bush dönemindedir. Yahudiler, bu dönemde Bush’u İsrail karşıtı adımlar atmakla suçlamışlardır.
Onların rahatsızlığı, İsrail’in, Irak’ın kendisine yönelik füze saldırısına karşılık vermesinin Amerika taraşından engellenmesiyle başlamıştı.
Bush’un ve Dışişleri Bakanı James Baker’in, İzak Şamir hükümetini 1991 Ekim’indeki Madrid Barış Konferansı’na katılmaya zorlaması, ABD’li Yahudileri kızdıran bir başka husus oldu. Nihayet Bush hükümetinin işgal altındaki topraklarda Yahudi yerleşim merkezleri kurulmasına muhalefet etmesi ve Kongre’den İsrail’e yapılacak maddî yardımı ertelemesini istemesi, Washington’daki İsrail yanlısı lobi açısından bardağı taşıran son damla oldu.
Bazıları, Bush’un 1992 seçimlerinde Clinton karşısında aldığı yenilgiyi, Yahudi lobisinin Bush’a karşı olmasıyla açıklamaya çalıştı. Bush’un yenilgisinde oy oranı itibariyle Yahudi lobisinin rol oynamış olması imkânsızsa da, Demokratların, o dönemde Cumhuriyetçiler ile Yahudiler arasındaki ayrılıktan en üst düzeyde faydalanmaya çalıştığından şüphe yoktur.
Clinton’ın yardımcısı Al Gore, 2000 yılında düzenlenen bir AIPAC toplantısında şunları söyledi: “Aşağılayıcı ilişki kavramını propaganda eden ve böylece İsrail’e ayrılan ödeneği İsrail’i korkutmak için bir sopa gibi kullanmaya çalışan Bush’un danışmanlarına karşı çıkışımı hatırlıyorum.”
Savaştan sonraki 15–20 yıl içerisinde kilit noktadaki birkaç siyasal tavır, Amerika’daki Yahudi azınlığın etrafında gizemli bir siyasal güç halesi oluşmasına yardım etti. Bu, Yahudi örgütlerinin açıkça kavrayamadıkları; ama buna herkesi inandırmaya çalıştıkları bir güç halesiydi. Burada önemli olan, Amerika’daki tüm siyasî yelpazenin bunu ciddiye almalarıydı. Amerikan Arap Enstitüsü Başkanı James Zogby: “Seksen Kongre üyesi, İsrail’den çok Arap-Filistin tezine yakın olmasına rağmen; bunların çoğunun İsrail lobisinin gücü konusunda oluşmuş olan kanaat-ten dolayı, bu düşüncelerini açıklamaktan çekinmekte” olduklarını söylüyor.
Senatör Charles Percy’in (Illinois eyaleti Cumhuriyetçi adayı) 1984’teki yenilgisi, Yahudilerin onun rakiplerine geniş ölçüde seçim yardımında bulunmasına bağlandı. Yahudilerin Charles Percy’den rahatsızlıkları, onun bazı askerî teçhizatın özellikle de Awacs uçaklarının Suudi Arabistan’a satışlı sırasında oynadığı rolden kaynaklanmaktaydı.
(Percy, zihinlerin bir köşesinde saklı kalsın). Daha sonraki yıllarda öyle bir noktaya gelindi ki, pratikte temsilcilerin zihni, oy zamanı yaklaştığında İsrail’e yönelik tasarı ve tekliflerle meşgul olmaya başladı. Yahudi gazetesi Şorward’ın yazı işleri müdürü J. J. Goldberg’in deyimiyle: “Kongre’de ‘Yahudilerin kırmızıçizgisinin geçilmemesi gerekiyor, aksi takdirde isminin altı çizilir’ şeklinde bir yargı oluştu.” O, daha sonra sözlerine şunları ekliyor: “Yahudilerin böylesi bir zımnî tehdidi hayata geçirmeye güçlerinin yetip yetmeyeceğinin çok şazla bir önemi bulunmuyor; çünkü birçoğu, onların bunu yapabileceklerine inanıyor.”
Kongre’deki Yahudi gruplar, “Terörizme karşı mücadele olarak İsrail ideali” ve “Orta Doğu’daki tek demokrasi” söylemlerinin, seçmeni ve Amerikan Kongresi’ni motive eden etkenler olduğunu iddia etmektedirler. Yahudi grupları bu iddianın ispatı için şu örneği zikretmektedir. Kongre’de İsrail lehine ve Filistin aleyhine gündeme getirilen tasarılara, İsrail yanlısı lobilerin beklentilerinin bile üstünde bir öncelik verilmektedir.
Amerika’daki Yahudi liderlerin söylediklerinden ve yazdıklarından şu iki konuda kaygılandıkları ortaya çıkmaktadır. Birincisi, İsrail’in yok olmasıdır (İsrail ordusunun dünyanın en güçlü dördüncü ordusu olarak nitelendirilmesine rağmen). İkincisi ise, Yahudi kavminin tarihî tecrübesinin de ortaya koyduğu gibi, Amerikan siyasî gücünden yararlanılmaması durumunda, Amerikan toplumunda ve dünyanın diğer bölgelerinde çeşitli tehlikelerle karşılaşılmasıdır. Sonuç olarak tüm alanlardaki siyasî faaliyetler, Amerika’daki Yahudiler açısından bir çeşit “siyasî fariza” hâline getirilmiştir.
Yahudiler, geçen yarım yüzyıl boyunca Amerika’nın Orta Doğu politikaları üzerinde her zaman belli bir nüfuza sahip olmuştur. Ama onların bu etkinlikleriyle orantılı başarıları, Eylül’den sonra her zamankinden çok daha şazla artmıştır. Bu durum hem Kongre’ye hem de kamuoyu yoklamalarına yansımıştır. Filistinlilerin İsrail’deki Şehâdet operasyonları da bu meselede çok etkili olmuştur. Çünkü “bu operasyonlar İsrail’de başarıya ulaştıkça, dünyanın diğer yerlerinde de başarıya ulaşacaktır, 11 Eylül de bunun bir benzeridir.” tarzında birçok propagandalar yapıldı. Sonuç olarak, daha önce Amerika’da İsrail’e yönelik böylesi bir desteğin benzeri görülmüş değildi; tarih boyunca da bir ülkenin içinde bir başka ülkeye bu kadar büyük bir desteğin verildiği çok az görülmüştür.
11 Eylül’den sonra Amerika’daki İsrail yanlısı lobi, 11 Eylül’ün İsrail’e yönelik olumsuzluklarını gidermek, terörizm konusunda Amerikan ve İsrail görüşlerini birbiriyle kaynaştırmak, terörizmle mücadeleyi Amerika ve İsrail’in ortak savaşlı olarak propaganda etmek hedeflerine dönük olmak üzere tüm alanlarda seferberlik başlattı.
Bu çerçevede şu örnek zikredilmeye değerdir. 13 Eylül 2001’de Richard Pearle, Şrank Gaşşney, William Kristol ve Jeane Kirkpatrick gibi Amerikalı muhafazakârlar taraşından kurulan “Demokrasileri Savunma Vakfı”, “eğer ‘intihar stratejisi’ bir yerde başarılı olursa, her yerde zafer kazanacaktır” içeriğine dayalı bir televizyon reklâmı yayınlatmaya başladı.
Yahudilerin nüfuzu, Amerikan kamuoyunda ve Kongre’de İsrail’e destek şeklinde tecessüm etmektedir. Onların medyadaki, devlet kademelerindeki ve bazı araştırma merkezlerindeki nispeten sınırlı nüfuzları daha sonra gelmektedir. New York birinci senatörü Charles Schommer ve Amerikan Senatosu’ndaki İsrail’in en ateşli taraftarlarından biri olan bir senatör, Amerika’da İsrail taraftarlarının siyasî güçleri konusunda üç alandan söz etmektedir. O, Kongre’nin Amerika’daki diğer kurumlardan çok daha şazla İsrail yanlısı bir kurum olduğunu belirtmektedir. Onun tabiriyle, Amerikan kamuoyu ikinci sırada, Beyaz Saray ise son sırada yer almaktadır.
ABD’DEKİ YAHUDİ GÜCÜNÜN ASLÎ ÜSLERİ
Aşağıda ABD’deki Yahudi gücünün üslerine kısaca işaret edilecektir.
Kamuoyu
ABD’deki olumlu kamuoyu, Yahudi örgütlerin bu ülkedeki faaliyetleri için uygun zemin yaratmakta ve ABD ile İsrail arasında yakın ilişkiler kurulmasını sağlamaktadır.
Amerikan halkının olumsuz görüşlerinin, Yahudi lobilerinin kurduğu dengeyi bozacağından şüphe yoktur. Fakat geçen on yıllar boyunca yapılan geniş kamuoyu yoklamaları, ABD kamuoyunun çoğunlukla İsrail yanlısı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu açıdan mevcut göstergeler, Avrupa ile ABD kamuoyunun İsrail konusundaki yaklaşımlarının birbirinden oldukça şarklı olduğunu ortaya koymaktadır. Nisan 2002 tarihindeki İsrail ile Filistinli mücahitler arasındaki çatışmaların doruk noktaya çıktığı bir sırada ABD’de yapılan geniş kapsamlı bir miting, İsrail’in lehine gerçekleştirilmiştir. Hâlbuki Avrupa şehirlerinde Filistin taraftarları, muhaliflerine oranla daha büyük mitingler gerçekleştirdiler.
5 Mayıs’ta New York’ta düzenlenen “İslâm İsrail’e karşı” yürüyüşlünün tertip komitesi başkanının iddiasına göre, bu yürüyüşle katılmak için 100 bin kişi ismini yazdırmış ve 700 ila 800 bin kişi de bu gösteriyi izlemek üzere caddelere çıkmıştır.
15 Nisan’da Washington’daki İsrail lehine yapılan bir başka gösterinin tertip komitesi başkanının iddiasına göre de, bu gösteriye 60 bin kişi katılmıştır. Bağımsız ya da muhalif kaynakların bildirdiklerine göre de bu rakam 25 bin ila 40 bin arasında değişmektedir (Bu miting bir bakıma George Bush’un 4 Nisan’daki konuşmasına itiraz amacıyla yapılmıştı). Kamuoyu araştırmaları, ABD’lilerin çoğunluğunun İsrail’i destekler tavrını daha açık yansıtmaktadır. Bu kamuoyu araştırmalarına göre her üç ABD’liden biri İsrail’i desteklemektedir. Hâlbuki Avrupa’da bu rakam 2’de bir oranında Filistinlilerin lehinedir.
Nisan 2002 tarihinde Gallup ve NBC taraşından yapılan bir kamuoyu araştırması, ABD halkının İsrail’e olan sempatisinin 5 yıl önce yapılan kamuoyu araştırmalarına göre yüzde 10 oranında artmış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kamuoyu araştırmalarına göre, ABD’de Filistinlilere yönelik sempati, yüzde 11 iken bu rakam geçmişte yüzde 15 oranında bulunuyordu. Aynı kaynağa göre, nisan ayında ABD’lilerin yüzde 59’u İsrail’in Batı Şeria’daki askerî operasyonlarının “Amerika’nın Afganistan’da Usame bin Ladin’e karşı gerçekleştirdiği askerî operasyonlardan şarksız” olduğuna inanmaktadır. Bu ankete cevap verenlerin yüzde 70’i, Filistinlilerin taktiklerini bir savaş olarak değil, “terörizm” olarak görmektedirler. Buna karşın bu ankete cevap verenlerin yüzde 53’ü, İsraillilerin Filistin hedeflerine yönelik girişimlerini savaş olarak nitelemekte ve sadece yüzde 30’luk bir kesim, bunu “terörizm” olarak görmektedir.
Kongre
ABD kamuoyunun İsrail yanlısı eğilimi, Kongre’yi İsrail çıkarlarına sevk eden önemli bir rol oynamaktadır. Ayrıca kamuoyunun şekillenmesinde ve bunun sonuçlarının en üst düzeyde gerçekleşmesinde, Yahudi lobilerinin izlediği taktiklerin çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Kongre, 1980’li yılların sonlarından beri, ABD’nin İsrail’e yönelik yaptığı 3 milyar dolarlık özel ekonomik ve askerî yardım konusunda çok önemli bir rol oynamıştır. Kongre’nin İsrail lehine olan bu tür tasarıları kabul etmekle oynadığı rol, İsrail’in daha şazla desteklenmesini sağlarken, Araplara yönelik baskının da daha da artmasına ve ülkedeki medya propagandasının oluşumuna yardım etmiştir.
Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da 2 Mayıs 2002’de kabul edilen iki karar, İsrail yanlılarının ABD yasaması üzerindeki nüfuzunu açıkça göstermektedir. Bu iki kararın yürütme üzerinde ilzam edici bir yönü bulunmuyorsa da, yürütme gücü, Orta Doğu politikalarını oluştururken, bu kararları dikkate almazlık edememektedir. İsrail’in nisan ayında Batı Şeria’ya yönelik giriştiği saldırıların ve İsrail güçlerinin Cenin’de gerçekleştirdiği cinayetlerin hemen ardından kabul edilen bu iki karar, Kongre’nin İsrail’e ve Şaron’un işgal altındaki topraklarda giriştiği cinayetlere tam destek verdiğini ortaya koyuyordu.
Senato’daki 100 senatörden 94’ü bu karar tasarısına olumlu oy verdi. İki senatör buna muhalif oy verirken, 4 senatör de oylamaya katılmadı. Senato’daki karardan çok daha sert olan Temsilciler Meclisi’ndeki oylamalarda ise, 435 kişiden oluşan temsilcilerin 352’si karara olumlu oy verirken, sadece 21’i buna karşı oy kullandı. Temsilciler Meclisi’ndeki kararda “Yaser Arafat’ın barışlı gerçekleştirme konusunda uygun bir ortak olmamasından” endişe edildiği belirtilmekteydi. Senato’daki ve Temsilciler Meclisi’ndeki bu iki kararda, “Amerika ve İsrail’in terörizme karşı birlikte mücadele ettikleri” belirtilmekte ve İsrail’in Filistin topraklarında yaptıkları, terörist altyapıyı yok edip, halkının güvenliğini sağlamaya dönük tedbirler olarak tanımlanmakta ve bununla dayanışma içerisinde olmak gerektiği bildirilmekteydi.
Dikkate değer bir Arap nüfusun yaşadığı Michigan eyaletinin Demokrat Partili senatörü olan David E. Bonior, Temsilciler Meclisi’ndeki kararla ilgili olarak şöyle demiştir: “Bu karar, İsraillilerin Filistinlilere yönelik olarak yaptıklarını körü körüne desteklemekte ve Filistinlilerin nesiller boyunca katlandıkları sıkıntıları, tümüyle yok saymaktadır.” Senato’daki karara olumsuz oy veren senatörlerden Ernest B. Hollings (D. South Carolina) ve Robert C. Byrd (Democrat oş West Virginia), senatörlerin, seçim sırasında maddî yardım almak peşlinde olduklarına işaret etmişlerdir.
Çoğunluktaki Cumhuriyetçilerin, aynı zamanda da Hıristiyan sağcıların lideri olan Dick Armey, Temsilciler Meclisi’ndeki oylamadan önce Oslo Anlaşması aleyhinde bile konuşma yapmıştır. MSNBC televizyonundaki Hardball programındaki mülâkatında şöyle demektedir: “İsrail’in tüm Batı Şeria’yı kendi topraklarına katmasından memnun olacağım.” Bu programın devamında kendisine yönelik yöneltilen bir soruya cevaben de: “Artık Filistinlilerin bu bölgeyi terk etmesi gerektiği inancını taşımaktayım” demişti. Armey, birkaç saat sonra, önceki sözlerini biraz düzeltmeye çalışarak şöyle demektedir: “Yalnızca terörizmi destekleyen Filistinliler sürgün edilmelidir.”
Senato’daki çoğunluğun lideri olan ve aynı zamanda da 2004’teki başkanlık seçiminde Demokrat Parti’nin muhtemel adaylarından biri olan Tom Dashell, AIPAC’taki bir toplantıda Avrupa’yı, Arapları ve BM makamlarını eleştirerek, onları anti semitist olmakla ve Yahudi devleti konusunda samimi olmamakla suçlamış ve şöyle demiştir: “ABD’nin, İsrail’e olan deste-ğ i mutlak ve sarsılmaz olmalı ve ABD, İsrail’in askerî üstünlüğü konusunda verdiği taahhüde bağlı kalmalıdır.”
Elbette İsrail’in aşırı bir şekilde desteklenmesinden dolayı, ABD’nin arabulucu konumunun zayıflamasından dolayı endişelenen bazı insanlar da mevcuttur. Saygın bir dış politika uzmanı olan Cumhuriyetçi senatör John Warner, oylamadan önce kendisine yöneltilen Filistin karşıtı karara oy verip vermeyeceğine ilişkin bir soruya: “Henüz karar vermedim... Amerika’nın bölgede oynadığı arabulucu rolünün zayıflatılmasına gerek var mı diye endişe ediyorum.”
Yahudilerin ABD Kongresi’ndeki nüfuzlarında kamuoyunun, ülkedeki genel havanın, Yahudi seçmenlerin ve onların yaptıkları seçim yardımlarının dışlında hem resmî Yahudi lobisinin örgütlü faaliyetlerinin hem de buna karşı çıkan örgütlü bir muhalif sesin bulunmamasının çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Meclis Uluslararası İlişkiler Komitesi Başkanı ve Temsilciler Meclisi üyesi Henry Hyde, son durumu açıklarken: “İsrail yanlısı lobi, Temsilciler Meclisi üyelerinin üzerinde fazlaca konuşmasını gerektirecek bir şey değildir.” demekte ve Orta Doğu meselesi ile ilgili olarak İsrail yanlısı lobilerin kendisine müracaat ettiklerini; ama Arap ya da ABD’li Müslüman grupların kendisinin yanına bile gelmediklerini belirtmektedir. Hyde, ayrıca bundan dolayı kendisinin başkanlığını yaptığı komitenin, uzun yıllar boyunca İsrail çıkarlarına hizmet eden kararlar aldığını ve bu yüzden de “küçük Knesset” diye ün yaptığını ifade etmektedir.
Kongre, malî konulardaki rolü itibariyle İsrail’e yaptığı yıllık 3 milyar dolarlık ekonomik ve askerî yardımla İsrail açısından kader tayin edici bir rol oynamaktadır. 1989 yılından beri artarak devam eden bu yardımlar, hiçbir kayıt ve şart olmaksızın en iyi koşullarda yapılmaktadır. İsrail yanlıları, bu yardımların İsrail hükümetinin izlediği politikalarla hiçbir ilgisinin bulunmaması konusunda hassasiyet göstermektedir.
ABD Kongresi’nde Yahudilerin artan orandaki mevcudiyetleri de, Kongre’nin İsrail çıkarlarını güçlü bir şekilde savunuyor oluşlunda önemli bir etkendir. Tarihsel açıdan Yahudiler, yoğun faaliyetlerine rağmen seçimle yüksek mevkilere gelememiş idiyse de, bu durum geçen on yıl içerisinde değişmeye başladı. Mevcut Kongre’de (107 kişi) 10 Yahudi bulunmaktadır (yüzde on). Bu cümleden, etkili isimlerden Joseph Liberman, 2000 yılındaki başkanlık seçiminde Al Gore’un başkan yardımcısı adayıydı. Yahudiler, Temsilciler Meclisi’nde de 27 üye ile (yüzde 6) temsil edilmektedir.
Bu arada Kongre üyelerinin kendilerinin güçlü, tehditkâr ya da saldırgan bir lobinin etkisi altında kaldıkları yönündeki ifadelerden alındıklarına ve bunu kendileri için bir hakaret saydıklarına da dikkat çekmek gerekmektedir. Onlar, dış politikayla ilgili olarak kendi yargılarına ve değerlendirmelerine göre karar verdiklerini iddia etmektedirler.
Yürütme gücü
Hükümetin tayini üzerindeki nüfuz, ABD’deki Yahudilerin gücünü gösteren diğer bir unsurdur. ABD’deki yürütme organı, Kongre ve genel kamuoyuna göre İsrail yanlısı lobilerin etkisin-de daha az kalmaktadır. Demokratlarla Cumhuriyetçilerin İsrail yanlısı lobilerin nüfuzu karşısında şarklı tavırlar takındıkları bu son döneme kadar, CIA ve Dışişleri Bakanlığı, Yahudi nüfuzuna karşı direnen önemli merkezler olarak söz konusu edilirdi. Fakat şimdi her iki parti şarklı şekillerde de olsa, dikkat çekici bir şekilde söz konusu lobilerin etkisi altında bulunmaktadır.
Clinton döneminde birer Yahudi olan Dennis Rose ve yardımcısı Aaron Miller, Clinton’un İsrail-Filistin meselesi konusundaki özel temsilciliği görevine getirildiler. Yine Clinton, ilk defa bir Yahudi’yi, Martin Indyk’i ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak tayin etti (Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, bunların hepsi, İsrail İşçi Partisi’nin görüşlerine ve barış karşılığı toprak fikrine inanan insanlardı).
Clinton’ın, ABD Yüce Divanı için atadığı iki yargıç Yahudi’ydi. Clinton’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger, Tarım Bakanı Daniel Glickman ve daha onlarca üst düzey yönetici Yahudi’ydi. Partisinin önemli bir ayağını, Yahudi olmamakla birlikte İsrail taraftarı olan Yeni Muhafazakârlar (neo conservatives) ve Hıristiyan sağcılardan oluşturan ve seçimlerde onlardan büyük bir destek gören Bush, Yeni Muhafazakâr Yahudi unsurlardan birçok kişiyi hükümetin önemli makamlarına tayin etti. Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolşovitz, Planlamadan Sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Douglsh Şeith, Savunma Politikası Kurulu Başkanı Richard Pearl, vs. Bush hükümetinde önemli makamlara getirilmiş olan Yahudilerdendir.
Bununla birlikte siyaset dışlı profesyonel gövdenin İsrail yanlısı lobinin etkisinde çok şazla kalmamış olması, ABD yürütme gücü ile ilgili olan önemli bir husustur. Bu lobi de diğer lobiler gibi, seçimle iş başına gelen makamlara seçim yardımları yaparak nüfuz edebilmektedir. Askerî makamlar, dış politika ve istihbarat makamları gibi bürokratlar üzerinde şazla bir etki yapamamaktadır. Bu yüzden söz konusu lobiler, uzun yıllar boyunca bu tür makamlara karşı onları itibardan düşürmek ve onlar taraşından ortaya konmuş uzman görüşleri tezyif etmek amacıyla aleyhte propagandalar yapmışlardır. Bu çerçevede söz konusu lobi unsurları, bu tür bürokratik makamları ve bazı ABD Dışişleri Bakanlığı mensuplarını Arabist (Arapçı) diye adlandırmaktadır. İsrail lobisinin, ABD Dışişleri Bakanlığı yöneticilerine ve bürokratlarına karşı giriştiği propagandalara ilişkin örnekler aşağıda yer almaktadır:
Tam anlamıyla bir Siyonist yayın organı olan New York Post gazetesi, Bush’un 24 Haziran 2002 tarihli konuşmasından sonra bu durumu, “Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Rumsşeld ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Condalezza Rice gibi kararlı İsrail taraftarlarının, İsrail’e daha şazla talep dayatmak peşlinde olan Dışişleri Bakanlığı’ndaki Arabistlere karşı zaferi” olarak nitelendirdi.
Washington’daki Güvenlik Politikası Merkezi başkanı neo muhafazakâr Frank Gaffney, neo muhafazakâr görüşleri yansıtan sağcı National Review adlı yayın organında şunları yazdı: “…Başkan Bush, CIA Başkanı George Tenet’e Saddam rejimini devirme talimatı vermiş olsa da; CIA, Dışişleri’ndeki Arabistlerle bir olup, klasik yöntemlerle Washington’da bu girişime muhalefet etmektedir. Bu açıdan onlar, Irak Ulusal Kongresi’ni itibardan düşürüp zayıflatmak için büyük bir çaba içerisine girmiştir.” Gaffney, daha sonra şu neticeye varıyor: “Dışişleri Bakanlığı ve CIA, Irak Ulusal Kongresi’ni zayıflatıp, yüz binlerce ABD askerinin konuşlandırılması gerektiğini söz konusu edip, komutanların buna muhalefet etmesini sağlayarak; bunu gazetelere sızdırıp Saddam’ın devrilmesini gerçekleşmeyecek bir iş olarak göstermeye çalışmaktadır.”
Radikal Siyonistlerden William Safire de, New York Times’ta yazdığı makalesinde, Colin Powell tarafından 2002 Haziran’ında söz konusu edilen geçici bir Filistin devletinin kurulmasına bile karşı çıkarak şöyle demiştir: “Dışişleri Bakanlığı’nın Arabistleri, iddia etmektedirler ki; bu, Bush’un İsrail’e verilen kesin destekten uzak durduğunun bir göstergesi olacaktır.”
İsrail’deki sağ cenahın sözcüsü olan Jerusalem Post da, 2002 Haziran’ında “Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Arabistlerini” şu şekilde suçlamaktadır: “Mısır, Suudî Arabistan, İsrail solu ve Amerikalı Yahudiler arasındaki destekçileri; bu cümleden Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’ndaki Yahudiler, el birliği yaparak yıllar boyunca Arafat’ın hâmisi oldular.”
2002 Haziran’ında gazetelerde yayımlanan haberlerden ve ABD Genelkurmayı’na bağlı generallerin Saddam’ı devirmek için yüz binlerce askeri seferber etmenin mantıklı bir şey olup olmadığı konusunda tereddütlerini dile getirmesinin ardından, İsrail yanlısı lobiye bağlı unsurlar, gazetelerinde onları “korkak” diye adlandırdılar.
İsrail yanlısı lobi, Amerikan istihbarat çevrelerine de güvenmemektedir. Hatta bunlar bu lobi taraşından bazen “Yahudi düşmanı” olmakla bile suçlanmaktadır. CIA’nin, İsrail casusu Jonathan Pollard’ın affedilmesine karşı çıkması bunun sebeplerinden biridir (Pollard, ABD Deniz Kuvvetleri’nde karşı istihbarat görevi yapmakta olan bir kişiydi ve İsrail adına casusluk yapmak suçlamasıyla tutuklanıp mahkûm edilmişti).
Amiral Boby Ray Inman, İsrail yanlısı lobinin askerî ya da sivil bürokratlara yönelik karalamalarına ilişkin bir örnektir. Clinton’ı n kendisini Savunma Bakanlığı’na aday göstermesinden sonra, Amerikan sağcı Yahudilerinden William Safire, New York Times’da yazdığı makalede onu, “Jonathan Pollard’ın ağır cezaya mahkûm edilmesinde rol oynamak”la suçladı. Inman ise, buna cevaben, “Kendisi 1981’de CIA Başkan Yardımcılığı makamındayken, İsrail’e ABD gizli bilgilerine ulaşma konusunda sınırlama getirilmesine ilişkin talimat verdikten sonra, William Safire’in, dönemin CIA Başkanı William Casey’yi bu karardan vazgeçirmeye çalıştığını” yazdı. Nihayet Inman bunu, yeni McCartyizm olarak niteleyip, itiraz ederek çekildi.
ABD hükümetindeki Yahudi nüfuzu
Tarihsel geçmiş, iç politika ve hassasiyetler, Amerika’da Yahudi lobisi üzerine konuşmayı güçleştirmektedir. Yahudi nüfuzu fiilen öyle bir noktada bulunmaktadır ki, Washington’da onlar hakkında çok az sayıdaki politikacı, aleni olarak konuşmaya yanaşmaktadır. Onlar bu konuda ya hiç konuşmamayı ya da çok özenli ve ölçülü konuşmayı tercih etmektedir. Bu lobilerden söz etmek, Kübalıların ve Suudilerin lobilerinden ya da petrol ve silah lobileriyle kişisel lobilerden söz etmek gibi değildir. Yahudilerin siyasî nüfuzları hakkında eleştirel konuşmak daima tehlikeli bir şey olarak görülmektedir. Çünkü “Yahudi düşmanı” olmakla, “küresel Yahudi komplosu”na inanmakla vs. suçlanabilirler. Ayrıca hâlihazırda veya gelecekte seçimlere katılma niyetinde olan politikacılar çok daha dikkatli bir yol izlemektedir. Buna karşın seçime katılmak ya da görev almak gibi bir uğraş peşlinde olmayan politikacılar, İsrail ve Yahudiler hakkında daha açık konuşabilmektedir.
Örneğin Jimmy Carter, New York Times’te yazdığı bir makalede, Şaron’u tüm barış anlaşmalarını reddetmesinden; Filistinlilerin evlerini ve köylerini tahrip etmesinden; George Bush’un işgal ettiği topraklardan terk etmesi yönündeki isteğine açıkça karşı çıkmasından ötürü eleştirmiş ve ABD hükümetinden elindeki iki kozdan birini kullanmasını istemişti. ABD’nin elindeki birinci koz, İsrail ordusunun saldırılarda -Cenin’de yapıldığı gibi- ABD silahlarını kullanmasının önlenmesi; ikinci koz ise, İsrail’e yapılmakta olan ekonomik ve askerî yardımların durdurulması şeklindedir. O, bu makalede “ABD’de İsrail’in iknasına dönük çabaların olağanüstü hassasiyet içerdiğini anlamakta” olduğunu belirterek, ABD hükümetinden İsrail konusunda yaptığı diplomatik girişimlerin sonuç vermemesi durumunda “daha fazla güç” içeren adımlar atmasını istemektedir.
Amerika’da Yahudilerle, Yahudi olmayanlar arasındaki karşılıklı tereddüt ve kuşkuları gösteren bir başka örnek de, Beyaz Saray’da ortaya çıkan bir bant olmuştur. Bu bant, Nixon ile 60’lı, 70’li yıllarda Beyaz Saray’ın resmî papazı olan rahip Billy Graham’ın konuşmalarını içermektedir. Bu bantta Graham, Nixon’a şöyle diyor: “Yahudiler, çevremi kuşattılar, bana dostluk gösteriyorlar; çünkü benim İsrail’in dostu olduğumu düşünüyorlar. Hâlbuki benim kendileri hakkında nasıl düşündüğümü bilmiyorlar.” Yahudi karşıtı duyarlılıklarıyla meşhur olan Nixon ise buna cevaben şöyle diyor: “Bunu anlamalarına izin vermemelisin.” Bu kasetin yayınlanması Amerika’da büyük gürültülerin kopmasına sebep oldu. Newsweek konuyla ilgili olarak şunları yazdı: “Yahudiler, başkalarının kendileri hakkındaki gerçek düşüncelerinden ve başkalarının yapacaklarından çok nadir olarak emin olmaktadır.”
Yahudi nüfuzunun ABD siyasî karar alma düzenini tazmin ettiği böylesi şartlarda Yahudiler, ABD toplumundaki temel, nesnel ve maddî unsurlardan yararlanarak, bu yolla kendi çıkarlarını güvence altına almaktadırlar.
ABD’deki Yahudi gücünü genel olarak resmî ve gayri resmî lobi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. ABD’de küçüklü büyüklü yüzlerce Yahudi örgütü faaliyet gösteriyor olmakla birlikte, onların çok az bir kısmı resmî ve müstakil olarak İsrail çıkarları için çalışmaktadır. Bu örgütlerin büyük bir kısmı, konuşma yapma, sergi düzenleme, çeşitli programlar için konu hazırlama vs. gibi alanlarda eğitim vermek ya da iletişlim ve tartışma forumları düzenleme alanlarında faaliyet göstermektedir. Bu örgütlerin eğitim faaliyetlerinden bazılarının da siyasî sonuçları olmaktadır. Örneğin bazı örgütler, seçilmiş bazı kişileri ya da adayları çeşitli konularda konuşma yapması için davet etmektedir.
Bu tür programlar, Amerika’da İsrail’e verilen desteği örgütlemek için eğitim ve iletişlim üslerini oluşturmaya dönüktür. Bu tür örgütlerin doğrudan İsrail çıkarlarına yönelik siyasî faaliyetlere ilgisiz davranmalarının sebebi, ABD vergi kanununun, gayri intifâî kuruluşların siyasî faaliyetlerini yasaklamış olmasıdır. Böyle olmaması durumunda, halk yardımlarının bu örgütler taraşından toplanması da vergi imtiyazlarının lağvedilmesi sebebiyle çok zor olmaktadır.
Yukarıdaki sebeplerden dolayı Amerikalı Yahudi örgütler, İsrail lehine yapılacak olan resmî ve müstakil faaliyet yapma görevini, sınırlı sayıdaki bazı örgütlere bırakmakta ve onları karşılaştıkları problemler konusunda desteklemektedirler. Kamu Meseleleri İçin Amerikan İsrail Komitesi (AIPAC) ve Amerikalı Yahudi Örgütleri Kongresi bu türdeki örgütlerin başlıcalarıdır. Bunlar, Kongre ve hükümet nezdinde İsrail çıkarlarını korumaya dönük olmak üzere doğrudan faaliyet göstermektedir.
Aynı şekilde Amerika’daki sağcı Hıristiyanlar ve muhafazakârlar da, İsrail’i himaye etmekle meşguldür. Hatta onlardan bazıları, Yahudilerden çok daha faal ve serttir. Genel kamu-oyunda oynanacak rol, Yahudi azınlığın tutumu ve Yahudilere oy verme konusunda örneklik vs. de, ABD’deki İsrail yanlısı gayri resmî lobinin faaliyetleri arasında sayılabilir. İsrail’i destekleme açısından resmî ve gayri resmî şekillerin ABD politikalarında yaptığı etki, bazı noktalarda birbirine karışmakta ve birbirinden ayrılamaz bir hâle gelmektedir.
Bu yüzden “Yahudi lobisi” kavramı, gerçeğin bir kısmını ifade ediyorsa da, “ABD’deki İsrail yanlısı lobisi” kavramı daha kapsamlı ve gerçekçi olarak gözükmekte ve bu lobinin gözettiği hedefleri daha iyi yansıtmaktadır. Bu temelde İsrail yanlısı lobiyi şu şekilde tarif etmek mümkündür: “İsrail yanlısı lobi, ABD politikalarını İsrail’i himaye etme doğrultusunda doğrudan ve dolaylı olarak etkilemeye çalışan resmî ya da gayri resmî aktörleri kapsamaktadır.”
ABD’DEKİ RESMÎ YAHUDİ LOBİSİ
ABD’deki Yahudi toplumu, kendi görüşlerini hayata geçirmek üzere ABD başkentinde resmî örgütler kurmuşlardır. Bu örgütler, karmaşıklık, örgütlülük, malî güç ve şantajdan, mazlum gözükmeye varıncaya kadar çok çeşitli taktiklerden yararlanma açılarından Washington’da eşsiz diye nitelendirilir.
ABD Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi eski başkanı ve Uluslararası Woodrow Wilson kurumunun şimdiki başkanı Lee Hamilton, Washington’daki araştırmacılar için “görev yaptığı dönemde Kongre’de Amerikalılar ile İsrailliler arasında nasıl bir kültürel ve psikolojik yakınlık bulunduğunu ve bunun Amerikan dış politikasını en güçlü bir şekilde etkileyebilecek bir faaliyete nasıl dönüştüğünü” anlatıyor.
Hamilton’a göre Amerika ve İsrail ilişkileri, son derece kompleks, demokrasi, serbest pazar, Hıristiyan ve Yahudi mirasına dayalı olmak ve Amerikalılarla İsraillilerin kişisel irtibatlarına dayalı olmak gibi ortak değerler üzerine oturan bir ilişkidir. Hamilton’un deyimiyle: “Amerikalı Yahudilerin böylesi bir temel üzerine kurdukları bazı lobiler, komplekslilikleri, örgütlülükleri ve malî güçleri açısından Washington’da rakipsizdir. Onlar soldan işçi sendikalarıyla, sağdan da Evanjelik Hıristiyanlarla kurdukları ilişkilerle, her akımı İsrail’i destekleme konusunda seferber etmeyi başarmıştırlar... Bu, benim ABD federal devletini etkileme bakımından ortaya konan, ömrüm boyunca gördüğüm en şaşırtıcı ve en göz alıcı siyasî olgudur.”
AIPAC
Kamu Meseleleri İçin Amerikan ve İsrail Komitesi, ABD devletinin muhtelif kesimlerini, İsrail’i himaye etmeye sevk etmek için kurulmuş doğrudan ve resmî olarak faaliyet yürüten bir örgüttür. Daha önceki adı, “Genel Meseleler İçin Amerikan Siyonist Komitesi” olan bu örgüt, 1991 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı’nın muhalefetine rağmen Kongre’den İsrail’e yardım yapmasını istemek amacıyla kuruldu. Bu grubun elebaşları, her yıl İsrail menfaatine olan 100 planın ABD Kongresi’nde kabul edilmesine yardım ettiklerini iddia etmektedir.
AIPAC’ın hâlihazırda tam gün çalışan 140 görevliye ve yaklaşık olarak 412 milyon dolarlık bir bütçeye sahip olduğu söylenmektedir.
Bu yönüyle, Washington’da ABD dış politikası üzerinde lobi faaliyetlerinde bulunan diğer örgütler ile kıyaslandığında adeta bir dev gibidir.
Fortune dergisi Washington’da faaliyet gösteren lobiler üzerine yayımladığı bir sıralamada, AIPAC’ı ABD’nin en güçlü 4. lobisi olarak belirtmiştir. Hâlbuki AIPAC’ın önünde yer alan üç örgüt (Ulusal Tüfek Derneği, Amerikan Emekliler Derneği ve ABD Ticaret Odası), ABD iç işlerini ilgilendiren menfaatler alanında faaliyet göstermektedir. Bu sıralama doğrultusunda AIPAC’ı n açık arayla ABD dış politikası üzerine faaliyet gösteren diğer lobilerin en güçlüsü olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
AIPAC’ın 2001 yılının Nisan ayında Washington’da düzenlediği yıllık siyasî kongresi, bu örgütün insanları seferber etme gücünü ve konumunu ortaya koymaktadır. Bu kongrede ABD’nin her taraşından AIPAC’a bağlı 5 bin (önceki yılın 2 katı) temsilci hazır bulundu. Ayrıca 100 Amerikalı senatörün 50’si, Temsilciler Meclisi’nin 90 üyesi ve Bush hükümetinin 13 üst düzey yöneticisi, bu cümleden Beyaz Saray Personel Başkanı Andrew Card bu kongreye katıldı. Senato’da çoğunlukta bulunan Demokratların lideri Tom Dashell ve Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu oluşturan Cumhuriyetçilerin organizatörü Tom Delay kongrede konuşma yaptı.
AIPAC, genellikle Kongre üzerinde yoğunlaşmıştır; ama gücünün belli bir bölümünü de Amerikan yürütme gücü üzerinde sarf etmektedir. AIPAC mensupları, Kongre üyeleri ile olan yüz yüze temaslarının yanı sıra Senato’daki ve Temsilciler Meclisi’ndeki muhtelif komitelerde ve alt komitelerde de hazır bulunmakta ve İsrail’i ilgilendiren çeşitli konularda konuşma yapmaktadır. AIPAC, icra komitesinde 4,5 milyon üyeye sahip 40 Yahudi örgütünün başkanlarının hazır bulunduğunu; bundan dolayı da Amerika’daki Yahudilerin çoğunluğunun temsilcisi olduğunu iddia etmektedir.
AIPAC, siyaset dışlı olduğunu, yani ABD’deki başlıca iki siyasî partinin rekabeti konusunda taraşsız kaldığını iddia ederek; meclis üyeleri hakkında değerlendirmede bulunma, onları teyit etme ve onlara malî yardımda bulunma gibi işlere resmen karışmamaktadır.
AIPAC, Amerika’daki mevcut siyasî partilerden hiçbirine taraftar olmama anlamında siyaset dışlı kalmaya özen göstermekte ve her iki parti nezdinde de kendi çıkarlarını kollamaktadır. AIPAC, daima Amerikan ulusal çıkarlarının temsilcisi olduğunu iddia etmekte ve İsrail’in desteklenmesini de bu çerçevede gün-deme getirmeye çalışmaktadır.
AIPAC, bir taraştan ABD’nin İsrail’e yönelik yaptığı yıllık ekonomik ve askerî yardımlar örneğinde olduğu üzere, özellikle Kongre’nin rol oynadığı kararlarda İsrail çıkarlarının korunmasına ve teminine çalışmakta; diğer taraştan ise, Amerikan hükümetinin muhtelif kesimlerinin İsrail’in zararına olacak bir karar almaması noktasında gözetmen rolü oynamaktadır. AIPAC’ın faal elemanları, Kongre çalışılmalarının ayrıntılarını ve yapılması gerekenleri bilen, daha önce Kongre’de görev yapmış kişilerden seçilmektedir.
AIPAC’ın yaptıkları, lobi yapma konusunda başvurulan normal taktiklerin daha ötesindedir. AIPAC, Amerikan Yahudi toplumunu seferber etmek için kurulmuş bir şebekeye dayanmaktadır. Bu şebekenin İsrail’i bir şekilde destekleyen 75 muhtelif Yahudi örgütünden oluştuğu söylenmektedir.
Bu örgütler çoğunlukla yasal açıdan lobi çerçevesi içerisinde faaliyetler yapabilme durumunda olmayan kurumlardır. Fakat onların bazılarının temsilcileri, AIPAC yönetim kurulu üyesidir ve yürütülen çeşitli süreçlere yardım etmektedir. Bu örgütler yayın teşkilâtlarına da sahip oldukları için, üyeler arasındaki bilgi akışlının hızlanması mümkün olmakta ve sonuçta onların Kongre’yle uyumlu bir şekilde harekete geçmeleri sağlanmaktadır. Kongre üyelerinin seçim bölgelerindeki sözde halk faaliyetleri ile onlar üzerinde baskı oluşturulması, bu etkinliklerin bir parçasıdır.
AIPAC’ın, geçen 20 yıl boyunca kendi görüşlerine muhalif oy veren Kongre üyelerini bir çeşit izlemeye aldığı söylenmektedir. Bu noktada dört veya beş defa, onların muhaliflerini destekleyerek yenilmelerine sebep oldukları meşhurdur. Bu durum Kongre üzerinde ağır bir hava yaratmıştır ve gerek Kongre üyelerinin gerekse Kongre üyeliğine aday olan şahısların, AIPAC’ı n gücünü göz önünde bulundurmalarına sebep olmuştur. Bir BBC muhabirinin, Amerikan senatörlerinden birinin asistanından naklettiğine göre: “İsrail söz konusu olduğunda, ABD Kongresi’yle kıyaslandığında Knesset’te (İsrail Parlamentosu) daha şazla özgürlük mevcuttur.” Aynı muhabir, Lübnan asıllı Amerikan Kongre üyesi Dara Lisa’nın, İsrail’deki bilinen en kötü politikacı olmasına rağmen Şaron’un seçim sonrasında İsrail Başbakanlığına getirilmesini tebrik eden karara oy verdiğini; buna oy vermeyen az sayıdaki kişiden biri olmak istemediğini belirttiğini nakletmektedir. Söz konusu muhabirin belirttiğine göre, Dara Lisa, İsrail yanlısı lobi hakkında konuşmaya yanaşan tek Kongre üyesi idi.
AIPAC ve diğer Yahudi aktivistler, genel olarak Kongre’deki diğer lobileri desteklemeyi hedefleri açısından daha uygun görmekte ve bu amaç doğrultusunda sendikalar, Hollywood, Hıristiyan din adamları, üniversiteler ve zenci liderler gibi diğer aktif akımlarla koalisyonlar kurmak yönünde geniş çaplı faaliyet göstermektedir.
AIPAC’ın Hıristiyanlarla çalışmaya dönük programları bulunmaktadır ve bu amaç doğrultusunda “İsrail İçin Ulusal Hıristiyan Önderlik Konferansı” adlı bir teşkilât kurmuş ve İsrail yanlısı olan ya da İsrail’e eğilim duyan Hıristiyan gruplar arasında koordinasyon gerçekleştirmiştir.
Temel Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı
Temel Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı, 55 muhtelif Yahudi örgütünün başkanlarından oluşmaktadır. Bu örgüt, temelde dış politikayla ilgili çeşitli meselelerde “Yahu-di tutumunu” belirleyip düzenleme görevini üstlenmiştir. Böylece İsrail yanlısı lobi, ilgili konularda görüş birliği içerisinde olmaktadır. AIPAC, faaliyetlerini Kongre üzerinde yoğunlaştırmışken, Konferans da Yahudi toplumuyla Amerikan yürütme gücü arasında ilişkiyi sağlamaya dönük çalışmaktadır.
AMERİKA’DAKİ GAYRİ RESMÎ YAHUDİ LOBİSİ
Amerikalı Yahudiler
Her demokraside toplumsal gruplar, ancak örgütlü oldukları zaman siyasî kararlarda etkili olabilmektedir.
Örgütlü ve etkin katılımlar, etkili, hatta belirleyici olabilmektedir. Belirli bir yapı kazanmamış, örgütsüz, genel duyarlılıklar; ne kadar geniş ve bol taraftarlı olurlarsa olsunlar, nihaî noktaya varamamaktadır. ABD’deki Yahudi derneklerinin çalışma biçimi, mevcut imkânların en üst düzeyde nasıl kullanılabileceğine ilişkin açık bir örnek oluşturmaktadır.
Bir taraftan ABD içindeki bir azınlık olan Yahudilerin müzmin tarihî kaygıları ve onlara özgü durumlar, diğer taraştan da siyasî özgürlük açısından ABD’deki uygun ortam, onları geniş siyasî faaliyetlere yöneltmiştir. ABD’deki Yahudi azınlığa ait şirketlerin geniş ölçekli faaliyetleri, yerel eğitim ve öğretim kurullarında oy vermekten, başkanlık seçimlerine kadar her alanda etkili bir blok halinde davranan bir seçmen yaratmıştır.
İstatistiklere göre ABD, 6,5 milyon kişilik bir Yahudi azınlığa sahiptir. Yani ABD Yahudileri, toplam nüfusun yüzde 2,2’sini oluşturmaktadır. Bu azınlığın en önemli özelliklerinden birisi, onların çok büyük bir yüzdesinin seçimlere katılıyor oluşludur. İstatistiklere göre seçmen niteliği taşıyan Yahudilerin ortalama yüzde 89’u yapılan her seçime katılmaktadır. ABD’deki genel nüfusun seçimlere katılım oranının genellikle yüzde 50 ila 60 arasında olduğu düşünüldüğünde, Yahudilerin yüzde 90 oranın-da seçimlere katılımı onların seçimlerdeki rolünü arttırmaktadır.
Yahudilerin oyunu etkili kılan önemli etkenlerden biri de, Yahudi nüfusun ABD’deki muhtelif eyaletlere dağılış biçimidir. ABD’deki yaklaşık 6 milyonluk Yahudi nüfusun 5 milyonu, Amerika’nın en önemli 9 eyaletinde yoğunlaşmıştır. ABD’deki seçim sisteminin kendine özgü niteliği dikkate alındığında, bu 9 eyaletin başkanlık seçimlerinde son derece belirleyici bir rol oynamakta olduğu görülmektedir.
Bu eyâletler ve Yahudilerin buralardaki nüfus dağılımı şu şekildedir: New York (yüzde 7.7), California (yüzde 2.9), Florida (yüzde 3.9), New Jersey (yüzde 5.6), Pennsylvania (yüzde 2.3), Illinois (2.2), Maryland (yüzde 4.1), Massachusetts (yüzde 4.3), Connecticut (yüzde 3.2)
Yahudilerin ABD’nin muhtelif eyaletlerindeki yerleşim biçimine ilâveten, Yahudi seçmenlerin seçime katılımlarının yüksek düzeyde olması, adaylara maddî yardımlarda bulunmaları ve örgütlülükleri; onların seçimlerdeki etkinliklerinin, genel nüfus içindeki sayılarına nispetle çok daha etkili olmalarına sebep ol-maktadır.
Bu da onların ABD dış politikası üzerinde, nüfuslarının çok üzerinde bir etkinliğe sahip olması sonucunu doğurmaktadır.
Anket verilerine göre, sayıca en azından Yahudiler kadar olan İsrail yanlısı seçmen sayısı düşünüldüğünde, İsrail’in, ABD seçmeninin en büyük grubunun desteğine sahip bulunduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. İki aslî partiye mensup adayların oy oranlarının birçok yerde başla baş olduğu bir ortamda, kendilerine özgü çıkarlara ve mülâhazalara göre oy veren Yahudilerin oyunu kazanabilmek çok büyük bir önem arz etmektedir. Bu durum da, Yahudilerin ABD’deki nüfuslarına orantısız bir siyasî nüfuz elde etmelerine sebep olmaktadır.
ABD başkanlığı için planları olan Kongre üyeleri ve siyasî aktivistler, kendilerini Yahudilerin hoşnutsuzluğuna sebep olacak tavır ve davranışlardan uzak durmak zorunda hissetmektedirler. ABD’deki Arap ve İslâm lobisinin zayıf olduğu bir ortamda, bir politikacının Yahudi çıkarlarına aykırı davranması, kendisine herhangi bir kazanç getirmediği gibi; bu tür kişiler (birkaç istisna dışında), Yahudilerin ve onların Yahudi olmayan müttefiklerinin seçim yardımlarından mahrum olmakta ve zarar görmektedirler.
Siyasî makamlara oynayanlar, genel olarak belirgin bir şekilde İsrail yanlısı lobiye destek vermektedirler. Bu açıdan adayların büyük bir çoğunluğu, kendilerini dış politika ile ilgili meselelerde Yahudilerin ilgilerini göz önünde bulundurmak ve seçim mücadelesi sırasında onlara yönelik sözler vermek zorunda hissederler.
Yahudilerin seçim ve siyasî faaliyetleri
Demokrat Parti, ABD’deki Yahudilerin geleneksel üssü olagelmiştir. 1990’daki başkanlık seçimlerinde, Yahudi seçmenlerin yaklaşık yüzde 80’i Clinton’a oy vermiştir. George Bush, 2000 yılındaki başkanlık seçimlerinde Yahudi oylarının yalnızca yüzde 19’unu elde edebilmiştir.
Başka bir deyişle, Yahudi seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası, seçimlerde Al Gore lehinde oy kullanmıştır. Bununla birlikte yaklaşık olarak son bir kuşlak boyunca Cumhuriyetçi Parti içinde de değişlimler olmuş ve bu değişlim sonucunda İsrail yanlısı lobinin bu parti içindeki nüfuzu artmıştır.
Reagan döneminde, 1980’li yıllarda özellikle Yahudi olmayan İsrail yanlısı lobi odaklarından Cumhuriyetçi Parti’ye hissedilir oranda bir geçiş olmuştur. Daha ileri bakacak olursak, Yeni Muhafazakârların Demokrat Parti’den tedricen Cumhuriyetçi Parti’ye geçişleri, bu partinin dış politika ile ilgili görüşlerini İsrail lehine etkilemiştir. Öte yandan Hıristiyan sağcı akımın Cumhuriyetçi Parti içinde güçlenmesi (Bu akım, dinî ve siyasî nedenlerden ötürü İsrail’i destekleme konusunda sağcı Yahudilerden bile daha aşırıdır), bu partinin İsrail konusundaki politikalarını etkilemiştir. Cumhuriyetçi Parti’de bu odağın güçlenişli, işgal altındaki topraklarda 2002 baharında yaşlanan buhranda açıkça kendisini göstermiş; bu grup, Bush hükümetinin tutumunu kontrol etmede çok etkili olabilmiştir.
Bu değişlimden önce ABD’deki Cumhuriyetçi hükümetler, Orta Doğu politikalarını, genellikle gerçekçi bir bakış temelinde ve Amerikan ulusal çıkarları doğrultusunda belirlemeye çalışmaktaydı. Bu, genellikle Amerika’nın Arap ve İslâm ülkelerin-deki çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde İsrail’le dayanışmayı vurgulayan ve İsrail’in varlığını garanti altına alan bir siyasetti. Eisenhower’ın ve baba George Bush’un, İsrail saldırılarını sınırlandırmak için çaba göstermeyi öngören siyasetleri, bu konudaki iki önemli örnektir. Ama (oğul) George Bush’un işbaşına gelmesinden sonra, onun partideki iki muhafazakâr akıma (Yeni Muhafazakârlar ve Hıristiyan Sağ) olan bağlılığı ortaya çıktı. Kendisine Orta Doğu politikalarında önemli bir manevra imkânı verecek olan 4 Nisan’daki konuşmasında, İsrail’in Batı Şeria’dan derhal çekilmesini söyleyerek ortaya koyduğu politikadan çark etmesi, bunu açıkça göstermektedir. Onun bu geri adım atışlında Yeni Muhafazakârların ve Hıristiyan Sağ’ın girişimlerinin önemli bir etkisi olmuştur. Sonuç itibariyle bugün Cumhuriyetçi Parti de belki de en az Demokratlar kadar İsrail yanlısı olmuştur. Bu değişlimden sonra 2002 Kasım’ındaki Kongre seçimlerinde ve 2004’teki başkanlık seçimlerinde Yahudilerin oylarında herhangi bir değişikliğin olup olmadığına bakmak gerekecektir.
Bugün ABD siyasî sisteminde İsrail yanlısı lobinin karşısında yer alan kayda değer bir ses mevcut değildir. Patrick Buchanan ve Joseph Sobran gibi şahısların sözcülüğünü yaptığı ve ABD’nin uluslararası meselelere çok şazla karışmaması gerektiğini söyleyen; İsrail’le ve özellikle de Likud Partisi’yle birlikte davranmanın ABD çıkarlarıyla örtüşmediğini savunan geleneksel muhafazakârlar, önemli ölçüde sahne dışlına itilmiş durumdadır. Genellikle yeni solun etkisiyle Filistinlilere eğilimli olan Demokrat Parti’nin sol kanadı, suskun durumdadır. Solcu Yahudiler de “intihar saldırısı” diye adlandırdıkları eylemlerin etkisiyle Arafat ile işbirliği konusunda kötümserleşmiştir. Bütün bunların sonucunda ABD’deki iç siyasî sistem, gün geçtikçe kendi politikacılarını İsrail’deki Likud Partisi’ne daha şazla serbestî tanımaya mecbur edecek şekilde bir değişlim göstermiştir.
Siyasî faaliyetler ve seçim yardımları
İsrail yanlısı resmî lobinin siyasî, Yahudi örgütlerin de yasal mülâhazalardan dolayı adaylara doğrudan seçim yardımı yapamadıkları şartlar içerisinde, İsrail yanlısı adayları desteklemek üzere “İsrail Yanlısı Siyasî Eylem Komitesi” diye adlandırılan bir örgüt kurulmuştur. Bu komiteler, siyasî partilere yardım yapmak yerine doğrudan adaylara para yardımında bulunmaktadır.
Bu tür yardımlar, ABD’deki Yahudilerin en önemli nüfuz araçlarından biri olarak olagelmiştir. Desteklenmesi gereken adayın tespit edilmesi söz konusu komiteler için son derece kolay ise de, bu tür yardımların etkilerini somut olarak belirleyebilmek o kadar kolay değildir.
Bu türdeki ilk komite 1978 yılında kuruldu; ama ilk ciddi faaliyetler, 1982 yılında başladı. Bu çerçevedeki 33 komite, Kongre adaylarına yaklaşık olarak 1.87 milyon dolarlık yardımda bulundu. Genellikle bu tür yardımların çoğu, geçmişte Demokratlarla yaptıkları işbirliğinden ötürü Kongre üyesi olan üyelere verildi. Bu yardımların yüzde 80’i Kongre’deki Demokrat adaylara verildi. 1984 yılında yaklaşık olarak 70 İsrail yanlısı komite, takriben 4 milyon dolarlık yardımda bulundu.
Elbette Yahudilerin yardım miktarı, işçi sendikalarının, avukatların, doktorların ve ticarî birliklerin yardımlarıyla kıyaslandığında çok azdır. 2000 yılı seçim döneminde, İsrail yanlılarının seçim yardımları yaklaşık olarak 6,5 milyon dolardı. Bunun yüzde 34’ü Cumhuriyetçilere, yüzde 66’sı da Demokratlara yapıldı.
Medya
ABD medyası, bir bütün olarak Yahudilerin bu ülkedeki nüfuz ayaklarından biridir. Kamuoyu oluşturmada ve politika belirlemede rol sahibi olan Yahudi örgütleri, medyada İsrail’le ilgili olarak ne söylenip ne yazıldığı konusu ile yakından ilgilidir.
Ayrıca şu da bir gerçek ki, ABD’deki Yahudilerin toplumsal varlıklarıyla orantılı olmayan ekonomik konumları ve servetleri, Hollywood’da ve televizyonlarda yoğunlaşmıştır. Onlar bu yolla Amerikalıların zihinlerini şekillendirmede ve yine bu yolla dünyayı istedikleri gibi yönlendirmede çok önemli bir rol oynamaktadırlar. Yahudilerin ABD medyasında böylesi bir varlığa sahip olmamaları durumunda, onların ilgi ya da kaygı duydukları hususların şarklı şekillerde yansıyacağından şüphe yoktur.
Bununla birlikte köklü iletişlim gelenekleri ve Yahudi toplumuyla siyasal toplum arasındaki teamülün niteliği konunun beklenenden daha karmaşık bir şekil almasına sebep olmaktadır. Filistin ve İsrail’le ilgili haberleri yansıtma açısından aslî medyayı ve medya çalışanlarını, insaftan uzak olanlar ile bir dereceye kadar insaflı olanlar biçiminde iki gruba ayırmak mümkündür.
Birinci gruba Wall Street Journal, Washington Times ve Fox News’i örnek olarak verebiliriz. Washington Post, Los Angeles Times, Christian Science Monitor ve bir ölçüye kadar da ABC kanalı da ikinci grup içerisinde sayılabilir. Bununla birlikte her iki grup da ABD’nin İsrail’in varlığını koruması gerektiği inancındadır.
Bazı istisnalar göz ardı edilecek olursa, birinci grubun en önemli özelliği, İsrail’i açıkça desteklemesi ve Filistinlilerin haklarını yok saymasıdır. Bu gruptakiler, haberlerini İsrail’deki sağcı cenahın görüşleri istikametinde yansıtmaktadır. İkinci gruptakilerin ise, baş makalelerde yansıtılan yazı işleri politikası, Batı Şeria ve Gazze’deki işgale son verilerek burada bir Filistin devletinin kurulmasını savunan ve İsrail’in işgal altındaki topraklarda Yahudi yerleşim merkezleri kurmasına karşı çıkan doğrultudadır. Bu gruptaki medya, İsrail sağının Filistinlilere dönük sert tutumlarını yumuşatmasını savunmaktadır. Bunlar, “Filistin terörizmi” adlandırmasına karşı çıkmakta ve Filistinlileri anlamaya çalışan bir yayın çizgisi izlemektedirler. Bu grup, bölgeden verdiği haberlerde “objektiflik” ve “ilgili tarafların görüşlerini insaflıca aksettirme” ilkelerine uygun davranmaya çalışmaktadır. Bu grubun bu iki ilkeye riayet etmeye çalışması, bazen bu gruba mensup medya ile İsrail yanlısı lobi arasında çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Hâlbuki ilk grupta yer alan medyadaki sabit ve değişken köşe yazarlarının hemen hemen tamamı, İsrail sağınının taraftarlığını yapmaktadır. İkinci gruptaki köşe yazarları ise çeşitlilik arz edebilmektedir. Örneğin New York Times gazetesinde hem Thomas Friedman hem de William Safire sabit köşe yazarlığı yapmaktadır. Friedman, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi işgal altında tutmasına karşıdır ve Yahudi yerleşim merkezleri yapma politikasını “aptalca” diye nitelemektedir. William Safire ise, tamamen Ariel Şaron’un görüşlerine benzer görüşler ileri sürmekte; hatta Batı Şeria’yı “Judea ve Samarra”, Yahudi yerleşimcileri ise “civarda meskûn olanlar” diye adlandırmaktadır. Bununla birlikte New York Times yazı işleri kadrosu ve diğer köşe yazarları, William Safire’in görüşlerinden çok Friedman’ın görüşlerine yakındır. İkinci grupta yer alan diğer gazetelerde de durum, aşağı yukarı benzer şekildedir.
Ayrıca bu gruptaki medyada var olan bir başka sorun da, güncel olayları kendi tarihsel ve siyasal bağlamlarının dışlında sunmalarıdır. Örneğin Amerikan halkı, medyadan, İsrail eski başbakanı Ehud Barak’ın, 2. Camp David’de Filistin devletinin kurulması yönünde iki hediye gibi öneri sunduğunu; ama Arafat’ı n bunları düşünmeden reddettiğini defalarca işitmiştir. Fakat Ehud Barak taraşından yapılan öneri ile kendi kaderini tayin eden muktedir ve birleşik bir Filistin devletinin somut olarak kurulamayacağını çok az Amerikalı duymuştur.
Bu arada ABD’de avama hitap eden çok tirajlı müptezel birçok gazete de vardır ki, onlar da Araplara ve Müslümanlara olan husumetlerinden dolayı İsrail’deki sağ cenaha büyük bir destek vermektedir. New York Post, bu tür gazetelerden biridir. New York kentinde yaşayan Arap ve Müslümanlara ait gazete satış yerleri ve büfeler, bu tür gazeteleri ırk ayrımı yapmalarından ve müptezel içeriklerinden dolayı tepki göstererek dağıtmadılar. Bununla birlikte bu hareketin bu tür gazetelerin tirajlarını ne ölçüde etkilediği bilinmemektedir.
ABD medyasının, Filistin bunalımı konusundaki faaliyetlerinin bazı boyutları, bu faaliyetleri izleyen çatışan taraşlara ait kurumlar aracılığı ile de anlaşılabilir. Bu kuruluşlar, Orta Doğu’daki gelişmelerin ABD medyasında nasıl yansıtıldığını takip etmekten başka çeşitli yollarla onları etkilemeye de çalışmaktadır. İsrail yanlısı olan “ABD’deki Orta Doğu Haberlerinin Doğruluğundan Yana Olan Komite” adlı kuruluş, İsrail aleyhine garazkâr tutum içinde olmakla suçladığı gazeteleri takip etmektedir. “Filistinli Medya Gözlemcileri” ise, Filistinlilerin görüşlü doğrultusunda benzer bir şekilde faaliyet gösteren birkaç kuruluştan biridir.
Örneğin Filistinli Medya Gözlemcileri, el-Aksâ İntifâdası’nın başlamasından itibaren 19 ay boyunca yaptığı incelemelerden şu sonuçlara varmaktadır: Washington Post’taki 32 haberde, İsrail askerlerinin Filistinlilere yönelik askerî girişimlerine işâretle, “misilleme” ya da “misillemede bulunmak” kelimeleri kullanılmıştır. Böylesi bir kullanım, İsrail askerlerinin ilk saldıran değil kendini savunan taraş olduğunu ifade etmektedir. Bu kuruluş taraşından yapılan benzer bir başka araştırmaya göre de, bu gazetede Şubat ve Mart 2002 aylarında Filistinlilerin hareketlerini ifade etmek üzere 16 kez “terörist” veya “terör” kelimesi kullanılırken; intifadanın başlamasından itibaren 17 ay boyunca, Filistinlilere yönelik cinayet işleyen İsrail ordusuna bağlı olmayan İsraillileri nitelerken, 7 defa “vigilante” kelimesi kullanılmıştır.
Yukarıdaki örnekler, ABD medyasında Filistinlilere karşı nasıl bir yönlendirmenin sürdürülmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte ABD’li Yahudi gruplar, “Orta Doğu’daki şiddeti örtmeye dönük insafsız habercilik” diye adlandırarak, daha önce benzeri görülmedik bir şekilde New York Times, Washington Post, Los Angeles Times, CNN ve NPR gibi medya kuruluşlarına sert bir şekilde saldırarak onları boykot etmiştir.
İsrail’in Nisan 2002’de Batı Şeria’ya saldırması, orada geniş çaplı katliamlara girişmesi ve Filistinlilere ait evleri yıkması medyada yansıtılınca, ABD’deki Yahudi grupların itirazları doruğa ulaştı.
Filistinlilerin ve onları destekleyenlerin son derece hızlı bir iletişlim aracı olan interneti iyi kullanmaları, ABD medyasının bu gelişmeleri yansıtmasında çok önemli bir rol oynamıştı.
CNN Haber Müdürü Eason Jordan, Yahudilerin tepkisiyle ilgili olarak, “Yahudilerden, bir gün içinde Filistin’deki bunalımı yansıtmalarından dolayı tepki gösterir nitelikte 6 bin elektronik posta aldık” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Arafat ile Şaron’un anlaştığı tek bir husus var; o da CNN’in karşı taraşın lehine yayın yaptığıdır.”
New York Times, 2002 Mayıs’ında gazetelerinin sinagoglardaki birçok haham taraşından mahkûm edildiğini bildirdi. Bu hahamlar, fotoğrafları, fotoğraf altındaki yazıları ve manşetleri gerekçe göstererek, bu gazeteyi sert bir şekilde eleştirmekteydi. Ama onların özellikle eleştirdikleri husus, “iki taraş arasında yanlış bir eşitlik kurulması ve Filistinlilerin acılarına gereğinden şazla dikkat çekilmesi” idi. New York Times’in haberine göre protestocular, mayıs ayının başlarında bu gazetenin ilk sayfasında yayımlanan resimleri sert bir şekilde kınayan yüzlerce öfke dolu elektronik posta göndermişlerdi. Bu fotoğraf, “İsrail’le Dayanışma Yürüyüşü”nden bir kareyi yansıtıyordu. Fotoğrafta Filistin yanlısı birkaç göstericinin “İşgale son verin” yazan pankartı yer alıyordu. Fotoğrafın arka planında ise, İsrail yanlısı göstericilerin pankartları ve İsrail bayraklarıyla ilerleyişleri yer almaktaydı. Aynı sayılı gazetenin iç sayfasında, bir başka fotoğraf daha vardı. Bu fotoğrafta da “Siyonizm’le nazizm eşittir” sloganının yazıldığı bir pankart yer alıyordu.
New York Times Yazı işleri Müdürü, bir gün sonra üzüntülerini dile getirerek şu açıklamayı yaptı: “Yürüyüşle ilgili fotoğraflar ve bu cümleden iki taraşın katılımcılarının sayılarındaki şark, gerçekçi ve objektif bir şekilde yansıtılmalıydı”
İsrail yanlıları, New York Times’a mayıs ayı boyunca boykot uyguladılar. Yahudi toplumu liderleri de, gazete abonelerine bir ay boyunca aboneliklerini iptal etmeleri çağrısında bulundular. New York Times sözcüsü Catherine Mathen, “Bu boykot bir kısım abonelerimizin aboneliklerini iptal etmesine sebep oldu” demekle birlikte, herhangi bir rakam vermedi.
Manhattan bölgesi Yahudi toplumu liderlerinden ve bu boykotu örgütleyenlerden biri olan Hezekiel Lokstein, verdiği bir mülâkatta şöyle dedi: “New York Times gazetesinde her gün yayımlanan fotoğraflar ve özellikle de ‘Savunma Kalkanı Operasyonu’ sırasında yayımlananlar, Yahudilerin çektiği acıları göstermeksizin, Filistinlilerin çektikleri acıları yansıtmaktadır.” İbri Raw Readle kurumundan üst düzey bir haham olan ve boykotu organize edenlerden biri olan Haham Avi Wais de, benzer bir mülâkatta şöyle dedi: “Bombalı intihar saldırısı yapan bir gençle, bu saldırının kurbanı olan İsrailli bir genç kızın her ikisinin birden hayatlarına ilişkin ayrıntılar vermek, bir bakıma ahlâkla sapkınlığı eşit düzeyde yansıtmak demektir.” New York Times İcra Direktörü Hawel Rinz, bu eleştirilere cevaben şöyle dedi: “Bizim haber ile ilgili geleceğe dönük planımız, gazetenin insaf ve denge geleneği çerçevesinde olacaktır. Şu ana kadarki haber veriş biçimi bu konudaki standartlara uygun olmuştur. Bundan sonra da işlimizi bu şekilde yapmayı sürdüreceğiz.”
Yahudiler, Washington Post gazetesi ile ilgili olarak da benzer yaygaralar kopardılar. Kendilerini Washington’daki bir halk örgütü olarak niteleyen ve tüm ABD’nin desteğini aldıklarını iddia eden bir grup, kurdukları internet sitesinde halkı 10 ila 17 Haziran tarihleri arasında Washington Post gazetesini boykot etmeye çağırdı. Bu sitede, Washington Post’ta Filistin buhranı ile ilgili haberlerin sansürlü verildiği ve “Washington Post’un İsrail karşıtı bir garazkârlık” içerisinde olduğu ifade edilerek, bu konudaki tepkiyi dile getirmek için imza toplanıyordu. Yine bu gazetenin “denge” adına hakikati feda ettiği ve çatışmakta olan iki taraşı ahlâkî açıdan eşit gösterdiği iddia ediliyordu. Onların iddiasına göre, söz konusu gazete Orta Doğu ile ilgili haberlerinde gazetecilik ahlâk ilkelerini geniş ölçüde ihlâl etmekteydi.
Los Angeles Times’a yönelik 2002’deki kısa süreli boykot, Los Angeles Times sözcüsü Martha Goldstein’in ifadesiyle, bu gazetenin 1.200 abonesini kaybetmesine sebep olmuştu. Boston’daki Genel Ulusal Radyo genel yayın müdürü, bu radyonun Yahudiler taraşından boykot edilmesi yüzünden o yıl içerisinde bir milyon dolarlık yardımı kaybettiklerini, bu rakamın tüm yıllık bütçelerinin yüzde 4’üne denk olduğunu ifade etti.
ABD’DEKİ YAHUDİ OLMAYAN İSRAİL YANLILARI
ABD’deki Yahudi olmayan İsrail yanlıları, Hıristiyan Sağ ve Yeni Muhafazakârlar olmak üzere başlıca iki grupta toplanmıştır. Bu iki grubun kendilerine özgü programları ve öncelikleri bulunmaktadır. Birinci akım, daha çok kürtaj, insan kopyalama, eşcinsellerin evlenmesini öngören yasanın engellenmesi ve okullarda ve iş yerlerinde dua edilmesi gibi konularda hassastır.
İkinci akım ise, kendini dış politikanın yüksek seviyedeki planlamalarına hâkim olmaya adamış aydınlardan oluşmaktadır. Birinci akım aşırı dinci, hatta köktenci; ikinci akım ise laiktir. İkinci akım dini mülâhazalarını pratiğe ve siyasete karıştırmamaktadır. Siyasî eğilim açısından bazı Yeni Muhafazakârlar, 2000 yılında Cumhuriyetçi Parti ön seçimlerinde John McKane’i desteklediği halde, Hıristiyan Sağ, ona karşı ciddi bir muhalefet gösterdi.
Bununla birlikte bu iki akım, dünyaya ve toplumsal meselelere benzer biçimlerde bakmaktadırlar. Her iki akım da olayları ve olguları yalnızca siyah ve beyazdan ibaret görmekte ve “hayır ile şer” arasında daimî bir mücadelenin olduğuna inanmaktadır. Onlar, sürekli ve uzlaşmaz bir mücadeleyi, “şerri/kötülüğü” yenmenin ve “Amerikan değerlerine karşı çıkanlara” karşı mücadele etmenin tek yolu olarak görmektedirler. Her iki akım da İsrail’in “şer” ile mücadele ettiği sonucuna varmıştır. Bu durumda ABD, zerrece tereddüt ve müsamaha göstermeden İsrail’i desteklemelidir. Her iki grup da uluslararası meselelerde aşırı derecede “tek taraflıcı”dır. ABD ulusal çıkarlarına şarklı boyutlardan da bakabilen ABD Dışişleri Bakanlığı’na ve bakanına karşı oldukça kötümserdirler.
Bunların görüşleri oldukça önemlidir; çünkü geleneksel olarak büyük silah ve petrol şirketlerinin etkisi altında bulunan ve dış politikada daha gerçekçi bir bakış açısına sahip olan Cumhuriyetçiler, son 15–20 yıl içerisinde önemli değişikliklere uğradılar. Ayrıca Yeni Muhafazakârlar ve Hıristiyan Sağ, George W. Bush hükümetinin önemli koalisyon unsurlarıdır ve 2004 seçimlerinde yeniden seçilme konusunda kesin bir umut içerisinde bulunmaktadır. Bu iki akım, onun yararlandığı görüşler ve düşlünceler üzerinde doğrudan etkilidir. “Hayır” ve “şer” kelimeleri, George Bush’un son iki yıllık konuşmalarının eksenini oluşturmuştur.
Onların İsrail’e verdikleri destek, ABD’de İsrail’in tek destekçisinin Yahudiler olduğu yönündeki suçlamayı etkisizleştirdi. Bu iki akım, politikacıların kendi seçim bölgelerinde çok az sayıda Yahudi bulunmasına rağmen, sadece İsrail’i değil, Şaron’un en şerli politikalarını bile desteklemelerine sebep oldu. Ayrıca bunlar kürtaj vb. gibi toplumsal meselelerde, geleneksel olarak Yahudi seçmenlerle birlikte hareket etmekteydi.
Hıristiyan Sağ
İsrail’in dünyanın birçok bölgesinde eleştirildiği, dünya kamuoyunun İsrail’le gittikçe arasının açıldığı şartlarda ABD’deki sağcı Hıristiyanlar, İsrail’in en kararlı ve en ciddi savunucuları oldular. Hıristiyan Sağ’ın İsrail’e olan eğilimi yeni bir şey değildir. Fakat Yahudilerin yalnızlık duygusu içerisine girdikleri bir ortamda, bu akımın İsrail’e verdiği destek çok daha büyük bir şiddet ve seçkinlik kazandı. Yahudiler de geçmişle oranla, başka Hıristiyanların da böylesi bir çizgiye girmesi umuduyla onlara çok daha fazla ilgi duyar oldular.
Hâlbuki ABD’deki Yahudiler, geleneksel olarak bu ülkedeki Hıristiyan Sağ konusunda olumlu bir görüşle sahip değildiler. Toplumsal meselelerle ilgili sahip oldukları görüş ayrılıkları bunun temel sebebiydi. İsrail yanlısı etkin bir Yahudi grubu olan “Karalama Karşıtları Birliği” 1994 yılında yayınladığı bir makalede, Hıristiyan Sağ’ın İsrail’e olan desteğini değerlendirirken şunlardan söz etmektedir. “Hıristiyan Sağı’ndan Yahudi güvenliğine yönelik bir tehdit mevcuttur. Hıristiyan Sağ, ABD’yi Cumhuriyetçilerin liderliğinde bir Hıristiyan ülkesi yapmaya çalışmaktadır.”
Bazıları Hıristiyan Sağı’nın köklerini 19. yüzyıla kadar götürerek, ABD’deki Hıristiyan gruplar arasındaki hareketlerin o dönemde başladığını söylemektedir. Bu, çocuklarına ve bulundukları yerlere Ahd-i Atik’ten isim vermekle başlamış bir harekettir. İsrail’in kuruluşlundan sonra şarkında olarak ya da olmayarak, dinî kitapların bazı bölümlerine dayanarak yapılan araştırmalarda, Amerikan Hıristiyan topluluklarında özellikle de Evanjelik (İncilci) Hıristiyan çevrelerinde İsrail’e karşı ilgi oluştu. Bu eğilimin en aşırı ifadesi, “Büyük yıkıcı savaş”a ilişkin söylemlerde ve “ahir zaman”ın tahakkuk etmesi için Yahudilerin birlik oluşturması gerektiği yönündeki inançlarda yankısını bulmuştur. Hıristiyan Sağ’da, İsrail’e yönelik daha yumuşak bir destek de, İsrail’in “arz-ı mukaddes” olduğu, “Allah’ın yalnızca Yahudilerle ahitleştiği” temeline dayanmaktadır.
Okullarda dua ederek, kürtajla ve diğer toplumsal sorunlarla mücadele ederek şeytanla savaşlım içerisine giren Patrick Robertson ve Jerry Şarwell liderliğindeki eski dindar sağ, bir kenara itilmiş durumdadır. Yeni Hıristiyan Sağ, özellikle İncilci Kilise taraftarları enternasyonalist olma, dünyanın her yerindeki insanları hidayete ve kurtuluşla ulaştırma ve “demokratik değerleri” yaygınlaştırma iddiasındadır. Onlara göre, içeride toplumsal ve kültürel savaş verilerek zafer elde edilemediği ve (Demokratların gücü sebebiyle) elle tutulur bir sonuç alınamadığı için, Hıristiyan Sağ, uluslararası meselelere yönelmiştir. Onlardan birinin deyimiyle çetelerle mücadeleye girişmiştir. Onlar, Müslümanların, Hıristiyanlarla Yahudilerden aynı ölçüde neşret ettiğine inanmaktadırlar.
Onlar, İsrail’le ilgili meselelerde son derece hassastırlar. Sürekli olarak Çin’i ve Kuzey Kore’yi eleştirirler. Doğu Avrupa’dan yapılan kadın ticaretine, Sudan’daki köleliğe karşı çıkmakta ve AIDS’in Afrika’da yayılmasıyla ilgilenmektedirler. Onların genellikle Amerika’nın güney ve orta eyaletlerinde nüfuzları bulunmaktadır. Liberaller, onları tehlikeli gelenekçiler olarak görürler.
Clinton’ın muhalefetine rağmen, onların faaliyetleri sonucunda 1998’de Uluslararası Din Özgürlüğü Yasası ve 2000 yılında İnsan Kaçakçılığı Kurbanlarını Koruma Yasası Kongre’de onaylanıp yürürlüğe girdi.
Bu akım, Bush döneminde ABD’nin BM fonuna yaptığı yardımın durdurulmasının aslî etkeni oldu. Çünkü onların iddiasına göre, söz konusu kuruluş, ABD yardımlarını diğer ülkelerdeki kürtajla ilgili programların geliştirilmesinde kullanmaktaydı. Elbette onların birtakım çalışmaları, bazı açılardan faydalı da olmuştu. Örneğin onların yaptığı baskılar sonucu, Afrika’da artan AIDS hastalığının önlenmesi için yüz milyonlarca dolarlık ek yardım yapılması Kongre’de kabul edildi. Onlar, ABD’nin en cömertçe yardım yapan kesimidir. Belirtildiğine göre, vergiler düşüldükten sonra gelirlerinin yüzde 10’unu inanç ve hayır işlerine ayırmaktadırlar. On beş büyük Hıristiyan hayır kurumu, yılda üç milyar dolar yardım toplamaktadır.
Jewish Christian International Şellowship Society kurumunun başkanlığını yapmakta olan Yehiel Eckstein adlı bir haham, geçen 8 yıl içerisinde ABD İncilci Kilise mensuplarından, İsrail’e göç eden Yahudilerin yerleşimi ve refahı için 60 milyon dolar toplandığını belirtmektedir. Ayrıca kendisi, Washington’da İncilcilerle ortak çalışan AIPAC benzeri bir lobi kurmaya çalışmaktadır.
Bu yardımlar ve Hıristiyan Sağ’ın kalkınmakta olan ülkelerdeki rolü hakkında iki üniversite öğretim üyesi, New York Times gazetesi yazı işleri müdürüne bir mektup göndererek, Güney Afrika’ya yaptıkları yolculuklar sırasında, uçakta birçok Hıristiyan sağcıya rastladıklarını ve bölgede de onlarla karşılaştıklarını yazmıştırlar. Bu iki öğretim üyesi ayrıca şunları söylemektedir: “Onların çoğu Afrika’da yoksullukla ve AIDS’le mücadele için bulunmamaktadır. Onlar, binlerce kişiyi Hıristiyan yapmak için büyük bir kilise yaptırmak için para vermektedir. AIDS konusunda ise, bu hastalıkla mücadele konusundaki diğer yöntemleri reddederek, yalnızca evlilik dışlı cinsel temasların önlenmesini tebliğ etmektedirler.
Her geçen gün gelişen ve ABD nüfusunun yaklaşık dörtte birini oluşturan (70 milyon kişi) İncilci Kilise mensupları, Hıristiyan Sağ’ın en önemli kısmını oluşturmaktadır. En azından onların liderleri, mutlakçılığa, hayır ile şer arasında sürekli bir savaşlın olduğuna ve bu çerçevede “Büyük Yıkıcı Savaş”ın (Armageddon) olacağına inanmaktadırlar. Tim LaHaye taraşından yazılan ve şu ana kadar 12 cildi yayımlanan Leşt Behind adlı kitap, bugüne kadar 50 milyon dolarlık satış yapmıştır. Bu kitap külliyatı da, Hıristiyan grupların Mesih’in “ikinci kez dönüşlü” sırasında ve ondan önce yapacakları savaşlar anlatılmaktadır.
Bu akımın bazı mensupları, nihaî savaşlı engelleyebileceği temelinde, görevleri arasında barışlı korumak da olan BM Genel Sekreteri’ni Mesih karşıtı görmektedirler. Onlardan birçoğu, 11 Eylül olaylarının ve Filistin’deki çatışmaların ardından oldukça faal bir hâle geldiler ve bunları, “Büyük yıkıcı savaş”ın kaçınılmazlığının delilleri saydılar. Dünya İncilciler Birliği Başkanı Dwight Gibson: “Var olan şiddet, halkı acaba Mesih zuhur mu ediyor diye düşündürtüyor” demektedir.
İsrail’in en ateşli savunucusu olan ve giderek Bush hükümetinin ideolojik ayağı hâline gelen ABD’deki Hıristiyan Sağ’ın artan nüfuzu, Yahudi grupların ABD’deki faaliyetleri için son derece uygun bir ortam hazırladı. Bu grup, İsrail taraftarı olma konusunda en az Yahudi gruplar kadar, hatta onlardan daha şazla etkin ve enerji dolu olduğunu göstermiştir.
Hıristiyan Sağ, İsrail’i korumanın dinî ve itikadî kökleri olduğuna inanmaktadır. Güney Babtist Dinî Okulu Müdürü Albert Muhler: “ABD’nin İsrail’i himaye etmesinin milyonlarca Hıristiyan’da kökleri vardır ve bu himaye, bir jestten ya da dinler arası dostluktan ibaret değildir” diye iddia etmektedir. 3.5 milyon dinleyicisi olan bir radyoda dinî programlar yapan Janet Parshall, bu konuda şöyle diyor: “İsrail bizim için birinci dereceden öneme sahiptir; çünkü bizler birer Hıristiyan olarak bu örfün tamamlayıcılarıyız.” Kendisinin belirttiğine göre, dinleyicilerinin yüzde 80’i, siyasî ya da stratejik sebeplerden dolayı değil, dinî sebeplerden dolayı İsrail yanlısıdır.
Geçmiş müşterekler, (Hıristiyanlığın Yahudilikteki kökleri) hâlihazırdaki durum (Onların iddiasına göre İsrail, Hıristiyanların mukaddes arzıdır) ve geleceğe dönük perspektif (Hazret-i Mesih, oraya dönecektir), Amerika’daki bu Hıristiyan grubun itikadî temellerini oluşturmaktadır. Onlar, diğer dinlere mensup olan insanları Hıristiyanlığa davet etmenin gereğine, gelecekle ilişkilendirilecek kadar hararetle inanırlar. Konunun önemini daha iyi anlatabilmek için, ABD’de milyonlarca mensubu bulunan bir Hıristiyan grubun görüşlerini kısaca aktarmakta yarar var.
Onların inancına göre, Hazret-i İsa Mesih bir gün dünyaya dönecek ve bin yıl hüküm sürecek. O yapacaklarını 7 aşlamada (dispensations) yapacak. Şu an altıncı aşamada, yani kilise aşamasında bulunmaktayız. Bir sonraki aşlama, ahir zaman (end time) olarak da okunabilir. Bu aşlamada Hazret-i Mesih yeryüzüne dönecek ve Hıristiyan müminlere ikinci bir hayat bahşedecek. Sonra Deccal (Anti-Christ) yeryüzünde ortaya çıkacak ve kendini yalan yere Yahudilerin kurtarıcısı olarak görecek. Bazılarının inancına göre, Orta Doğu’ya zahirî bir barışlı getirmeye güç yetirebilmesi, ona inanılmasına sebep olacaktır. Deccal, yedi yıl hüküm sürecek ve bu dönem “Büyük sıkıntı ve imtihan” (Tribulation) diye adlandırılacaktır. Deccal, bu dönemin ilk yarısında zahirî bir barış kuracak ve bu dönemin ikinci yarısında İsrail’e karşı adım atacaktır. O böylece tüm insanlığın günahlarını tamamlamış olacak ve Allah’ın nihaî hükmüne sebep olacaktır. Bununla Yahudilerin eşli görülmedik bir şekilde incitilmesi dönemi başlayacaktır. Bu dönem, orayı yok etmek isteyen rakip milletlerin Jerusalem’i (Kudüs) muhasara etmesiyle sona erecek ve ortam nihaî savaş (Armageddon) için hazırlanacaktır.
Onların inancına göre, bu aşlamada Hazret-i İsa Mesih, beyaz bir ata binmiş olarak yeryüzüne dönecektir. Onun ardından da bulutlar dolusu mümin süvariler dolacaktır. İsa Mesih savaştan zaferle çıkacak ve eski Yahudi tapınağını ihya ederek bin yıllık yönetimine başlayacaktır. Yeni bir yeri ve cenneti gösterecek ve şeytanı ebediyen susturacaktır.
Bizim açımızdan önemli olan şu ki, muhtelif derecelerde de olsa, az ya da çok bu inanca sahip olan Hıristiyanlar, ABD’de Katolik olmayan en büyük fırkayı oluşturmaktadırlar. Bununla birlikte onların ne kadarının bu inançları taşıdığı, ne kadarının ise taşımadığı belli değildir.
Muhtemelen bu tür inançlardan dolayıdır ki, Amerika’da yaşayan onlardan bazıları, Orta Doğu’da kalıcı, kuşatıcı ve hakikî bir barışlın kurulmasını çok zor olmak bir yana imkânsız görmektedirler. “Barış süreci”, “Oslo Anlaşması” gibi birtakım çabalara da şüpheyle bakmaktadırlar. Bu tür inançlar, yeri geldiğinde ABD’deki Likud taraftarları ve işgal altındaki topraklarda Şaron gibi davranan kimseler için dikkate değer bir siyasî üs oluşturmaktadır. Onlar için siyasî ve stratejik mülâhazalar ya da demokrasi önemli değildir. Onların ilgilendiği tek şey, 1948 yılında İsrail’in kuruluşlunun, “peygamberce bir önceden bildirmenin” gerçekleşmiş olmasıdır.
Elbette ahir zaman meselesi, muhtelif Hıristiyan fırkalarda çeşitli şekillerde söz konusu edilmiştir. İsrail’i destekleyen Hıristiyan Sağ akımlar, ahir zaman meselesiyle ve bunun İsrail’le ilişkisi konusuyla ilgili çok şarklı görüşlere sahiptir. Bazıları, Allah’ı n hâkimiyetini oldukça geniş görmektedir. Buna göre, Allah irade ettiği her şeyi yapabilir; binaenaleyh Allah’ın hususî bir hedefi gerçekleştirmesi için, belli bir devletin var olması zorunlu değildir. Nitekim İsrail’in kuruluşlu meselesi, İkinci Dünya Savaşı’na kadar ciddi bir mesele olarak söz konusu değildi; yalnız bu savaştan sonra ciddileşti.
Bu noktada şu soru gündeme gelmektedir: İki bin yıla yakın bir süre boyunca, eksenini İsrail’in oluşturduğu inançlar neden Hıristiyanlıkta herhangi bir rol oynamadı.
Ralph Reed başkanlığındaki Hıristiyan Koalisyonu adlı grup, Hıristiyan Sağ çerçevesindeki en etkin kuruluşların ilkiydi. Ralph Reed, şu an Cumhuriyetçi Parti’nin Georgia eyaleti başkanlığını yapmaktadır. Fakat 1990’larda son derece güçlü ve etkin olan Hıristiyan Koalisyonu, bugün artık çok şazla etkin değildir.
Hıristiyan Sağ’a mensup diğer liderlerden biri de Gary Bauer’dır. O, Regan döneminde Eğitim Öğretim Bakanlığı’nda muavinlik yaptı; 2000 yılında başkan adayı oldu; önceki dönemde Aile Araştırmaları Komisyonu başkanlığı yaptı. Patrick Robertson ve Jerry Şalwell gibi diğer fikirdaşlarıyla beraber, 11 Eylül sonrası dönemde iç politikada liberallere karşı mücadele, dış politikada İsrail’e destek, Araplara ve Müslümanlara ise düşmanlık tutumuyla daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde siyasî sahneye girdiler. Daha önce onlar hakkında, Müslümanlara karşı örtülü bir haçlı savaşlı verdikleri söylenmişti. Bu çerçevede onlar, liberalleri ve eşcinselleri Amerika’nın “talihini tersine çevirenler” olarak değerlendirmekte ve Bush’u ilâhî misyona sahip biri olarak görmektedirler. Ayrıca onlar, Bush’u kendi siyasî çıkarları için bir güvence olarak görmektedirler.
Gary Bauer şunları söylüyor: “Önceleri Allah’ın eli Amerika’nın üstündeydi ; en azından bu ülkenin başarılarının bir kısmı Allah’ın yardımı sayesindedir.” Yine şöyle diyor: “Allah ayağa kalkıp yükselmesi için izin vermedikçe, hiçbir lider ayağa kalkıp yükselemez. Her milletin yükselişli ve çöküşlü, yalnızca Allah’ın isteğiyledir.” Bauer, daha sonra şöyle devam ediyor: “Bizim onun yolundan sapmamızdan dolayı, Allah’ın elini bizim üstümüzden kaldırdığına inandığımızda, diz çöküp Allah’tan hatalarımızdan dolayı bağışlanma dilemeliyiz. Biz Allah’tan, Hıristiyan liderler olarak bize yapmamız gereken şeyleri bildirmesini istemeliyiz. Bunlara sebep başkalarının günahıdır diye iddia etmemeliyiz.” Bauer sözlerine şunları ekliyor: “Şeytanın ABD’ye darbe vurduğu böylesine kader belirleyici bir dönemde, İncilci Kilise mensupları, George Bush’un Allah’ın seçtiği biri olduğuna ve bunda gizli bir hikmetin bulunduğuna inanmaktadır. İncilcilik dünyasında çok güçlü duyarlılıklar bulunmaktadır. Sonucunun açıklanması bir ay süren tartışmalı seçimlerde, Allah’ın eli bir şekilde buna müdahale etti ve hayatını İsa Mesih’i kabul üzerine şekillendiren kişi, Beyaz Saray’a gitti. 11 Eylül’den sonra şöyle bu his vardı: Böylesine korkunç bir olay gerçekleşeceği için, Allah böylesi bir kişiyi Beyaz Saray’a göndererek bizi bir kez daha kutsamış oldu. İncilci Kiliselerden bunu defalarca işittiniz: Al Gore’un başkan olduğu bir dönemde ülkemizde böylesi bir olayın olduğunu ve nelerin yaşlanabileceğini düşünebiliyor musunuz?” Gary Bauer, bütün bunlardan şu sonucu çıkarıyor: “Allah George Bush’u böylesi günler için Beyaz Saray’a gönderdi.”
Cumhuriyetçi Parti’nin sağa eğilimiyle, Hıristiyan Sağ ile Parti arasındaki şarklar da gittikçe azaldı; o kadar ki bu ikisinin arasındaki sınır iyice silikleşmiş bulunuyor. Bugün artık Cumhuriyetçi Parti seçmeninin yaklaşık yüzde 28’ini Hıristiyan Sağ’ın oluşturduğuna inanılmaktadır. Sonuç olarak Hıristiyan Sağ’a mensup kurumların özel bir şarklılığı bulunmamaktadır; bunlar Cumhuriyetçi Parti içerisinde veya çevresinde faaliyet göstermektedir. Başka bir deyişle partiye ve parti liderine sahip olduktan sonra başka kuruluşllara ne gerek var? Hıristiyan Sağ’ın Cumhuriyetçiler üzerindeki nüfuzu, onların daha az müstakil ve daha şarksız görünmelerine sebep olurken, bu durum onları Cumhuriyetçilerin en önemli gövdesi hâline getirmiştir.
Belirtildiğine göre Ralph Reed, 1990’lı yıllarda kendi takipçilerinden yaklaşık 16 bin kişiye politikada ve partide çeşitli makamlara yükselebilmeleri ve Cumhuriyetçi Parti’yi güçlendirmek hedefi doğrultusunda federal ve eyalet seçimlerinde, bu cümleden belediye ve eğitim komisyonlarına vs. temsilci olarak seçilebilmeleri için eğitim verdi. Aslında Hıristiyan Sağ’ın Cumhuriyetçi Parti içindeki bugünkü konumu, Reed’in rüyasıydı. Onlar parti içinde bu iyi konuma sahip olmalarının yanı sıra, merkezî güç üzerinde çok etkili bir rolü bulunan ülke çapındaki halk kuruluşlarında da iyi bir konuma sahiptirler.
Bush, seçim mücadelesi sırasında, en beğendiği filozofun kim olduğu yönünde kendisine sorulan bir soruya, Hazret-i Mesih’in ismini vermişti. Belirtildiğine göre, bu durum Parti’deki İncilci bloğun bir bütün olarak onun yanında yer almasına sebep oldu ve Bush’un seçimden başlarıyla çıkmasında önemli bir rol oynadı. Bush, babasının aksine, ilk iş olarak Beyaz Saray’da Hıristiyan Muhafazakârların isteklerini yerine getirdi. Yurt dışında, doğum kontrolü ve kürtaj alanında çalışmalar yapan kuruluşlara yapılan malî yardımın kesilmesi buna örnek olarak zikredilebilir.
Bush, ayrıca bu akıma mensup ya da yakın olan kişileri kendi hükümetinde önemli makamlara tayin etti. Ashcraft’ın baş yargıçlığa getirilmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Onun mahkemelerin her gün dua toplantıları ile açılması yönündeki ısrarı, muhafazakâr Hıristiyanların memnuniyetini beraberinde getirdi. Bush’un insan kopyalama konusundaki görüşleri, anayasanın toplumsal programlarla din değiştirme ile ilgili programların ayrılığını vurgulamasına rağmen, federal hükümet kaynaklarından dinî hayır kurumlarına yardım yapılması konusundaki çabaları, onun sağcı Hıristiyanlar arasındaki nüfuzunun çok daha fazla artmasına sebep oldu. ABD’deki muhafazakâr çevrelerde Hıristiyan Sağ akım, malî yardımlardan yararlanma ve halkı seferber etme açısından en iyi imkânlara sahiptir.
Hıristiyan Sağ, radyo programlarından geniş ölçüde yararlanmaktadır. Onlar bu yolla, mensuplarının duyarlılıklarından kaynaklanan enerjilerini, siyasî programlarının yürütülmesi noktasında öfkeye ve çabaya dönüştürmektedirler. Örneğin James Dobson, Colorado’da “Dikkatin Odağındaki Aile” adlı bir program yapmaktadır. 2002 Ocak’ında California eyalet meclisinde, eşcinsellerin evlenebilmesini öngören bir yasa tasarısının gündeme gelmesi üzerine, bu tasarı programın aslî konusu oldu. Bu programın etkisiyle California’daki politikacılara yönelik öfkeli telefon ve mektuplar, bu tasarının geri alınmasına sebep oldu. Bir diğer örnek de şudur: Dışişleri Bakanı Colin Powell, MTV kanalının bir programında, cinsel açıdan faal olan gençleri prezervatif kullanmaya çağırdı. Bu radyolar, onun aleyhine büyük bir tepki dalgası oluşturdular. Öyle ki, daha sonra Bush, bir başka konuşmasında bu duruma açıklık getirerek AIDS’in yayılmasıyla mücadelede en iyi yol olarak, cinsel ilişkiden sakınılmasını öneren Beyaz Saray politikasını yeniden vurguladı.
Sağcı Muhafazakârlar konusunda gerçek Gary Bauer’in şlu sözlerinde olduğu gibidir: “Siyasî aktivistler ordusu, generalin emrini yerine getirmek için teyakkuz halindedir. Eğer Bush, oynarsa veya onların liderliğini bırakırsa veya (Hıristiyan Sağ’ın öngördüğü) konulara ihanet edilirse, Cumhuriyetçi Parti içeri-sinde sorunlar ortaya çıkacak, parti ayağa kalkacaktır. Hareket oldukça geniştir ve Parti’deki oyu da oldukça şazladır. Eğer bu hesaba katılmaz ve bunlar dışlanırsa, parti içindeki liderlik seçi-mine engel olunur.”
Yeni Muhafazakârlar
Yeni Muhafazakârlık, dış politikada oldukça etkin olan, müdahaleci, ABD’nin tek taraşlı olarak tüm dünyada gücünü yaymasını öngören, başta İsrail olmak üzere dostların güçlendirilmesini, düşmanlara ise askerî müdahalelerde bulunulmasını propaganda eden muhafazakâr aydın grubu ifade etmektedir.
Onlar açıkça, ABD hegemonyasının yayılmasını tavsiye ediyorlar; ABD’nin uluslararası jandarma olmasını istiyorlar ve Irak’a, İran’a ve Sudan’a karşı savaş açılması düşüncesini propaganda ediyorlar. Onlar, bu yönleriyle muhaliflerinin nezdinde “Savaş partisinin beyinleri” olarak ün yaptılar.
Onlar, Clinton dönemini, “dış politika açısından boşla harcanmış yıllar” olarak adlandırmakta ve düzeltilmemesi durumunda, bu durumun ABD açısından bir tehlike kaynağı olacağını belirtmektedirler. Onlara göre “ABD’nin askerî açıdan zayıflaması”, “ABD’nin dünyadaki rolünün tartışılır olması” Clinton yönetimi döneminde meydana gelmiş önemli sorunlardır. Onlar, bu meseleleri, Saddam ve Miloseviç gibi şahısların siyasî hayatlarını sürdürmelerine ve 1990’lı yıllarda meydana gelen bunalımlara sebep olduğunu düşünmektedirler. “Şer rejimleri şeytanî rejimler” tabirini 1990’lı yılların sonlarında ilk kez onlar kullandılar. Bu tabiri, Bush da 29 Ocak 2002’de Kongre’de yaptığı konuşmada kullandı. Yeni Muhafazakârlar, genel olarak ABD’nin siyasî hedefinin, ABD’nin dışarıdaki hayatî çıkarlarını korumak değil, tüm dünyadaki hegemonyasını güçlendirmek şeklinde olması gerektiğine inanmaktadırlar.
Bu akım, Orta Doğu meselesi ile ilgili olarak İsrail sağının görüşlerini desteklemekte, meselenin çözümü noktasında askerî seçeneği reddetmemekte ve işgal altındaki topraklarda yerleşim birimleri kurulmasını engellemeye dönük her türlü girişlime karşı çıkmaktadırlar.
Yeni Muhafazakârlar, “terörist” dedikleri kişilerin, ABD’ye yönelik nefretlerinin sebebi ile ilgilenmedikleri gibi, bunun sebebini anlamaya dönük her türlü girişlime karşı çıkmakta ve bu tür girişimleri, “terörizme izah getirmek” şeklinde değerlendirmektedirler. Onlara göre “teröristler”, insanları öldürmekten zevk almakta; özgürlük, demokrasi ve insanın üstünlüğü gibi Amerikan değerlerine karşı çıkmakta ve ABD’deki serveti, refahı ve özgürlüğü kıskanmaktadırlar. Onlar, geçen 20 yıl boyunca İslâm’ın ve Arapların, komünizmden sonraki en büyük düşman olduğuna ilişkin zemin hazırlamak yönünde büyük bir çaba göstermişlerdir. Elbette bu tür bir çabadan da en çok İsrail’deki sağ yararlanmıştır.
Yeni Muhafazakârlar, Yahudi lobisi ve Hıristiyan Sağ ile birlikte, Bush’un 4 Nisan’daki konuşmasında takındığı tutumdan geri adım atmasında en önemli rolü oynamıştır. Bu akımın önde gelen sözcülerinden biri olan William Kristol, bu konuşmadan kısa bir müddet sonra AIPAC toplantılarından birinde yaptığı bir konuşmada, Bush’un Filistin ile ilgili konuşmasını “üzüntü verici” olarak niteledi ve İsrail’in operasyonu bitirmeden Batı Şeria’dan çekilmesi düşüncesini eleştirdi. O, bu konuşmasında, Başkan’ın Cheney ve Powell’i Orta Doğu’ya gönderme kararını da hatalı diye nitelendirdi. Bununla birlikte o, “Öyle görünüyor ki Bush bu politikasını değiştirdi” diyerek şunları söyledi: “Sanıyorum o şimdi ilerledi, bu görüşlünden geri döndü ve güçlü bir İsrail taraftarı oldu.”
Onlar ayrıca, ABD ve İsrail için sorun çıkaran rejimlerin değiştirilmesinden yanadırlar. William Kristol, Suudi Arabistan’ın “İsrail’de intihar saldırısı düzenleyenlere” malî yardımda bulunduğunu iddia ederek, Suudi Arabistan rejiminin değiştirilmesi imkânlarının araştırılması gerektiğinden söz etmiştir.
Hâlbuki ABD’deki önde gelen birçok kişi, dış politika konusuna şarklı derecelerde de olsa ilgisizdirler. Yeni Muhafazakârlar ise bütün dikkatlerini münhasıran dış politikaya odaklamışlardır ve Cumhuriyetçi Parti’nin dış politika ile ilgili siyasetlerini fiilen kontrol etmektedirler. Onlar, fiilen George Bush’un dış politika danışmanı hâline gelmişlerdir. Ayrıca onların düşüncelerinin etkileri, ilk tercihleri olan Demokrat Parti’de de açıkça gözlemlenmektedir. Yeni Muhafazakârlar, ABD dış politikasının şekillenmesinde ve yürütülmesinde böylesi bir nüfuza sahip olmalarına rağmen, yurt dışlına hiç çıkmamış olmalarıyla, yabancı bir dil bilmemeleriyle ve yurt dışlındaki askerî operasyonlara katılmamış olmalarıyla ünlüdürler.
Yeni Muhafazakâr hareket, 1960’lı yıllarda üniversitelilerden ve gazetecilerden oluşan bir grup taraşından kuruldu. İsrail karşıtı bir grubun oluşma endişesi, bunun sonucu olarak ABD’de yeni sol hareketin gelişmesi ve zenci liderlerin Demokrat Parti’deki nüfuzlarının artması, bu hareketin oluşumunda etkili oldu. Irwing Kristol, Norman Podhoretz (ABD’deki Yahudi komitesinin yayın organı olan ve daha sonra da Yeni Muhafazakârları n en önemli yayın organı hâline gelen Commentary adlı yayının yazı işleri müdürü), Midge Decter, Ben Wattenberg, Nathan Glazer, Daniel Bell vs. gibi şahıslar, Yeni Muhafazakâr akımı başlattılar. Sonradan hepsi de Soğuk Savaş’ın radikal teorisyeni olan ve ateşli birer İsrail taraftarı olan Daniel Patrick Moynihan (New York eyaleti eski senatörü), Richard Pearle, Eliot Abrams, Kenneth Edelman, Jeane Kirkpatrick, Walt Eugene Rostow gibi şahıslar, bu Yeni Muhafazakârlara katıldılar. Bunlar gerek bireysel, gerekse grupsal olarak, Johnson’dan bugüne birçok ABD başkanının dış politikası üzerinde hissedilir bir etkide bulundular.
New Republic, Commentary ve Weekly Standard, Yeni Muhafazakârların görüşlerini yansıtan üç temel yayın organıdır. National Review ve “Ulusal Çıkarlar” adlı yayın organları da bu akıma yakındır. Ayrıca bunlara ait görüşler, ABD’nin belli başlı gazetelerinde nispeten daha geniş bir şekilde yayınlanmaktadır. Bunlar arasında Wall Street Journal ve Washington Times, onların ya da onlara yakın kesimlerin görüşlerini tek taraşlı bir şekilde yansıtmaktadır. Bununla birlikte New York Times, Washington Post ve Chicago Tribune vs. gibi gazeteler, Yeni Muhafazakâr birini ya da onlara yakın birini köşe yazarı olarak bünyesinde barındırıyor olsa da, genel olarak bunlardan şarklı ya da dengeleyici görüşler çoğunluktadır. Yeni Muhafazakârlar, Amerika’daki televizyon programlarında da geniş ölçüde yer almaktadırlar.
Yeni Muhafazakârlar, 1968–1972 yıllarında Richard Nixon’ın rakiplerini desteklediler. Nixon ve Carter’in, gerginliğin azaltılması, Sovyetlerle ilişkilerin iyileştirilmesi ve Orta Doğu’da bir barış sürecinin başlatılması yönündeki politikalarına karşı çıktılar ve bu noktada çaba gösterdiler. Yahudilerin Sovyetlerden İsrail’e göçü meselesi, Sovyetlerle gerginliğin azaltılması politikalarının etkisiz kılınması konusunda Yeni Muhafazakârların en çok yararlandığı bir manivela idi.
Yeni Muhafazakârların bazı Demokratlarla olan ihtilafları, özellikle de Senatör McGoveren’in 1972 yılında Nixon’a karşı parti adayı olarak seçilmesi, Yeni Muhafazakârlarla Demokrat Parti’nin arasının açılmasına sebep oldu. Halbuki onlar Cumhuriyetçilerin İsrail konusundaki nispeten nötr tutumuna da tepki göstermekteydiler.
Bununla birlikte o tarihte başlayan süreçte Carter, Sovyetlerle ilişkilerin iyileştirilmesi gerektiğini daha şazla vurguladı ve Filistin ulusal hakları daha şazla takviye edildi. Nihayet 1980’li yıllarda ve daha sonra Cumhuriyetçi Ronald Reagan döneminin başlamasıyla bir grup Yeni Muhafazakâr, Cumhuriyetçi Parti’ye katıldı. Ayrıca Ronald Reagan’ın şahsında benzer eğilimleri keşfetmeleri, onların Cumhuriyetçilere katılmalarına yarayan ortamı güçlendirmişti. Cumhuriyetçiler de Yeni Muhafazakârları bünyelerine alarak medyadaki ve üniversitelerdeki konumlarını güçlendirmek istiyorlardı.
Onlar, dış politika ile ilgili meselelerde Sovyet kampına karşı etkin bir şekilde mücadele edilmesi gereğinden, İsrail’in kayıtsız şartsız desteklenmesine varıncaya kadar birçok konuda sağcı görüş ve önerileriyle çok etkili bir rol oynadılar. Çok geçmeden taraşlar birbirlerinin radikal eğilimlerini takviye ettiler. Doğuyla gerginliklerin azaltılması sürecinin sonu, Sovyetler’in “şeytan İmparatorluğu” olarak ilan edilmesiyle neticelendi.
Yeni Muhafazakârlar, tedricen Regan hükümetinde dış politika ile ilgili makamlara getirildiler. Edelman, Daniel Pipes, Richard Pearle, Jeane Kirkpatrick, Max Kampelman, Elliot Abrams gibi şu anki Yeni Muhafazakâr aktivistler, Regan döneminde dış politikada önemli görevlerde bulundular. Onlar, Reagan’ın Orta Doğu meselesine Soğuk Savaş gözlüğüyle bakmasını sağlamaya çalışıyorlardı ve Filistin ulusalcılığını da komünizm yayılmacılığı olarak göstermeye uğraşıyorlardı. Böylesi bir düşüncenin ışığında ABD, Arap topraklarının işgalini sükûtla ve memnuniyetle karşılayabilirdi (Şu an aynı politika aşırı İslâmcılık bahanesiyle sürdürülmektedir). Böylesi bir politika, İsrail’deki sertlik yanlıları için işgal ettikleri topraklardaki kontrollerini güçlendirme yönünde fırsat veriyordu. (Birinci intifada ve İsrail’in Lübnan batağına saplanması, Yeni Muhafazakârların “stratejik kazanım” formülünün neticesiydi.)
Sovyetlerin çöküşlü, Yeni Muhafazakârları, İsrail’le olan stratejik ittifakın zaruretini izah etmeye dönük olmak üzere istenen bir “düşman”dan mahrum bıraktıysa ve onları bir müddet için de olsa krize soktuysa da; Irak’ın Kuveyt’e saldırması ve son olarak da el-Kaide gibi örgütlerin eylemlerini “fundamentalist İslâm” ve “küresel intifada” olarak adlandırmalarına ve bunları komünizmin yerine koymalarına yaradı. Bütün bunlar, İsrail’le olan özel ilişkilerin zarurî olduğunu anlatmak ve Filistin ulusal davasına destek verilmesini önlemek için bir propaganda aracı olarak kullanıldı.
Bu Yeni Muhafazakâr bakış açısı, İsrail’i Batı’nın bölgedeki “haçlı savaşçısı” olarak tasvir etmektedir. Buna göre İsrail, sertlik yanlısı Arap devletleri karşısında önleyici bir güç olmakta; böylece zayıf ve ılımlı Arap devletleri korunup, İslâmcıların bölgede zafer kazanması önlenmektedir.
Dış politika alanında faaliyet gösteren muhafazakâr araştırma merkezlerinin büyük bir çoğunluğunda Yeni Muhafazakârlar hâkimdir. Bununla birlikte şunu da kaydetmek gerekmektedir ki, George Bush hükümetindeki nüfuzuna rağmen, onların bir bölüm hariç Dışişleri Bakanlığı’nda belli başlı bir varlıkları bulunmamaktadır. Onlara ait politikaların Dışişleri Bakanlığı’nda nüfuzları yoktur. Yukarıda söz konusu edilen bir bölümden kasıt John Bulton’dur. O, daha önce Enterprise Institute’de başkan yardımcısıydı, şimdi ise silahsızlandırma ile ilgili konularda bakan yardımcısıdır.
Ulusal Güvenlik Danışmanı Condaleezza Rice, birçok noktada Yeni Muhafazakârlarla ortaksa da onlardan değildir. Başkan Yardımcısı ve Bush’un Savunma Bakanı, en azından 1990’lara kadar Yeni Muhafazakârlarla birlikte çalıştı ve onlarla aynı görüşleri paylaştı. Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolşovitz ise Yeni Muhafazakârların en seçkinlerindendir.
1967 Savaşı’ndan sonra İsrail, bu grubun en temel konularından biri hâline geldi. Onlar her zaman şu inancı taşıdılar: Güçlü bir İsrail, Sovyet nüfuzu karşısındaki; ondan sonra da Orta Doğu’daki radikal İslâm karşısındaki ABD’nin stratejik güç noktasıdır. Bu inançlar sonuç itibariyle şu sloganla özetlenebilir: “İsrail için iyi olan ABD için de iyidir ve bunun tersi”. Bu anlamda Yeni Muhafazakârlar içinde bu düşünceye karşı sorun çıkaranları “anti-semitist” olarak tanıtan güçlü bir eğilim bulunmaktadır. Onlar, Soğuk Savaş döneminde sürekli olarak şu inancı taşıdılar: ABD’yi bağlayan kayıt ve sınırlara bağlı olmayan bir İsrail, Sovyet politikalarından kaynaklanan sorunlarla baş edebilecek bir ülkedir. Yeni Muhafazakâr propagandistler, İsrail’i ABD için bir örnek olarak göstermektedirler.
Bu şekilde ABD, Vietnam Savaşı’nda yaşadığı yıkımı unutabilecek ve gücünü yeniden toparlayabilecektir. ABD’nin Grenada ve Libya gibi yerlere yaptığı tek taraşlı müdahaleler, İsrail’in Orta Doğu’da izlediği tarza benzemektedir.
Yeni Muhafazakârların içinde dikkate değer sayıda Yahudi varsa da, bunlar daha çok ABD toplumu ve kültürüyle bütünleşmiş laik Yahudilerdir. Onlar açısından siyasî bir ideal dinin yerine geçmiştir.
İlginçtir ki ABD’deki Yahudilerin çoğu bu Yeni Muhafazakârların görüşlerine karşı ilgisizdi ve çeşitli dönemlerde yapılan seçimlerde oylarının yüzde 80 gibi büyük bir çoğunluğunu Demokrat Parti’ye vermişti. Ilımlı olan ve İşçi Partisi’nin politikalarını benimseyen ABD’li birçok Yahudi, İsrail’i ABD’nin stratejik bir kazanımı olarak nitelemenin her iki ülkeye de zarar vereceği inancındadırlar. Çünkü ABD’nin İsrail’e olan sınırsız desteği, bu ülkedeki toprak karşılığı barışla karşı çıkan diğer kanadı güçlendirecek ve Arap ve İslâm dünyasındaki Amerikan karşıtı duyarlılıkları körükleyecektir.
“Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”, Yeni Muhafazakârların faaliyet merkezlerinden birine aittir. Bu merkez 1997’de kuruldu. İlkeler bildirisinde, Clinton dönemindeki Amerikan dış politikasına hâkim olan şartları değiştirmeyi ve “ABD’nin dünya liderliği için gerekli destekleri sağlamayı” hedef olarak ortaya koydu. Bu bildiride, dış politikada başarılı olmanın gerekli şartları olarak “Güçlü bir ordu... Amerikan ilkelerini dünyaya cesaretle yayacak bir dış politika ve Amerika’nın küresel sorumluluğunu üstlenebilecek bir ulusal liderlik” hususları sayılmaktadır. Bu bildiride ayrıca, “bunalımlar ortaya çıkmadan ve faciayla sonuçla-nacak tehlikelerle karşılaşılmadan şartları oluşturmanın gerekliliği” belirtilmekte, yani 2002 yılında oluşturulan ön strateji ya da Bush Doktrini resmiyet kazanmaktadır. “Askerî bütçenin arttırılması, düşman rejimlere karşı demokrat müttefiklerle ilişkilerin güçlendirilmesi, dışarıda siyasî ve ekonomik serbestlik idealinin yüceltilmesi, istenen uluslararası düzenin korunup geliştirilmesi noktasında münhasıran Amerikan rolü için sorumluluk kabul etmek” bu bildiride yer alan diğer başlıklardır.
1997 yılında bu bildiriyi imzalayan 25 kişinin adlarını belirtmek faydalı olacaktır. Jeb Bush (George Bush’un kardeşli, Florida valisi), Dick Cheney (Bush hükümetinde başkan yardımcısı) Zalmay Halilzad (Bush’un Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi ve Afganistan özel temsilcisi), Peter Rodman (şu anki savunma bakanı yardımcılarından), Donald Rumsfeld (şu anki savunma bakanı), Paul Wolşovitz (şu anki savunma bakanı yardımcısı).
Yeni Muhafazakârlar, 3 Nisan 2002’de (Bush’un Orta Doğu ile ilgili önemli konuşmasından bir gün önce) en önde gelen simalarının imzasıyla George Bush’a hitaben bir açık mektup yayınladılar. Bu mektupta İsrail’le ve genel olarak Orta Doğu bunalımı ile ilgili görüşlerini açıkladılar. Bu mektupta yer alan hedeflerle, Bush’un 24 Haziran’daki konuşması arasındaki benzerlikler oldukça dikkat çekicidir. “İsrail’e olan desteğinizden dolayı müteşekkiriz” cümlelerinin yer aldığı mektupta, özetle şu hususlar yer almaktadır:
“Sizin şu an mevcut terörizmle çatışma halinde bulunan İsrail’e verdiğiniz güçlü desteğinizi takdir ediyoruz. Liberal bir demokrasi olan İsrail, şu an sivillere saldıran canilerden dolayı tehlike altındadır ve yardıma muhtaçtır.
ABD ve İsrail’in ortak bir düşmanla karşı karşıya bulunduğundan şüphe edilmemelidir. Her ikimiz de sizin ‘şer ekseni’ olarak tanımladıklarınızın hedefi durumundayız. İsrail, hem bizim müttefikimiz olmasından dolayı, hem de diktatörlükler denizinin ortasında bir liberal demokrasi adası olmasından dolayı saldırıya uğramaktadır.
Sayın Başkan, siz terörizme karşı savaş ilan ettiniz, İsrail de işte bu savaşlı vermektedir.
Arafat ve Özerk Yönetim liderliği terörizm şebekesinin bir parçasıdır. Barış sürecinin ilerleyememesinden dolayı sizi kusurlu görenler, hata yapmaktadır... Sorun terörizmden kaynaklanmaktadır. Bu terörizm Arafat ve yardımcıları taraşından himaye edilen, teşvik edilen, korunan ve birçok noktada da yönlendirilen bir terörizmdir.
Müzakerelerin ürünü teröristler olmamalı ya da müzakereler, terörizm tehdidi altında sürdürülmemelidir. Böylesi bir durum, düşmanlarımıza tehlikeli bir sinyal vermek olacaktır. Bu, uygar milletlerin terörizmle mücadelede gerekli cesarete sahip olmadığı yönünde bir sinyaldir.
ABD politikası artık Arafat’la görüşmesi yönünde İsrail’e baskı yapmak şeklinden çıkarılmalıdır. Bizler aynı şekilde Molla Ömer’le ya da Bin Ladin’le de görüşmek için baskı altına girmek istemiyoruz. Yine bizler, başkalarının el-Kaide’ye malî yardımda bulunmasını istemiyoruz. ABD de Orta Doğu’da terörizm aygıtının önemli bir parçası hâline gelmiş olan Özerk Yönetim hükümetine malî yardım yapmamalıdır.
ABD, terörist şebekelerin kökünü kazımak için savaşan İsrail’i tam olarak desteklemelidir. İsrail’in işli de bizim Afganistan’daki ya da diğer yerlerdeki işlimiz gibi çok kolay olmayacaktır.
Sayın Başkan, bizler ayrıca sizden Saddam’ın ortadan kaldırılması planını hızlandırmanızı istiyoruz... Herkes bilmektedir ki, Saddam, İran ile birlikte İsrail karşıtı terörizmi mâlî açıdan desteklemektedir.
İsrail’in terörizmle mücadelesi, bizim mücadelemizdir ve İsrail’in zaferi, bizim zaferimizin önemli bir bölümü olacaktır. Ahlâkî ve stratejik deliller, terörizme karşı mücadelesinde İsrail’in yanında bulunmayı zorunlu kılıyor.”
Yeni Muhafazakârların gücü ve nüfuzu, onlara bütçe sağlayan Bradly, Olin and Scaişe gibi vakıflara dayanmaktadır. Bu vakıflar, dış politikayla ilgilenmektedir, çok iyi örgütlenmişlerdir ve dış politikayla ilgili birkaç noktaya yoğunlaşmışlardır. Ayrıca belirtildiğine göre, askerî sanayi kompleksine de sahiptirler. Onların istekleri genel olarak şu şekilde özetlenebilir: ABD’nin bir dünya imparatorluğuna dönüştürülmesi, Soğuk Savaş dönemindekinden çok daha şazla bir askerî bütçenin temin edilmesi, bir uluslararası jandarma olarak olabildiğince ileri silahların üretilmesi.
İlginçtir ki, bu akımın sözcüleri, Bush’un 24 Haziran’daki konuşmasından sonra bile daha sağcı bir tutumla, bu konuşmaya ilişkin memnuniyetsizliklerini ifade ettiler. Orta Doğu Kurulu’ndan Daniel Pipes, verdiği bir mülâkatta Bush’un planını, “ölü doğmuş bir plan” olarak adlandırdı. Pipes şunları söyledi: “Arafat’ın kenara itilmesi önemli değildir; çünkü Filistin kamuoyunun önemli bir bölümünün temsilcisidir. O, Saddam değildir ki, zorla bulunduğu yerden alınabilsin. Önemli olan Filistin kamuoyunu değiştirebilmektir.” Pipes, ayrıca şunları ifâde etti: “Bush’un planı, terörizmin Filistinlilerin geneli arasında istenen bir şey olmadığı, Filistin halkının İsrail’in varlığını kabul ettiği ve yapılacak reformların sorunu çözeceği yönündeki bir dizi yanlış faraziyelere dayanmaktadır.”
Amerika’daki Filistin lobisi
Amerika’daki Filistin lobisini incelemek bu kısa yazının sınırlarını aşmakta ve müstakil bir çalışmayı gerektirmektedir. Fakat bu konu genel bir bakışla ana hatlarıyla ortaya konabilir ve rakip lobinin faaliyetlerini anlamak açısından faydalı olabilir.
İsrail yanlısı lobi içindeki muhtelif akımlar, genellikle ABD’nin dış yardımlarına muhalif olan geleneksel muhafazakârlar örneğinde olduğu gibi; Arap olmayan bazı muhaliflerinin varlığına rağmen, Amerika’daki aslî rakiplerinin Arap lobisi olduğunun şarkındadırlar.
Amerika’daki Arap ve Müslüman lobisinin hâlihazırdaki gücü oldukça az ise de, bir gün fiiliyata geçirilebilme imkânı olan potansiyel güçler dikkate alındığında, İsrail yanlısı lobinin endişeleri kesinlikle mantıklıdır.
Arap ve Müslüman lobisi bazı faaliyetler açısından etkinse de, Yahudi lobisinin oldukça gerisindedir. Muhtemelen bunun en önemli sebeplerinden birisi, Amerika’daki Müslümanların,
Batılı demokrasilerin normal yasal kanallarından yapılacak siyasî faaliyetlerin etkili ve faydalı olabileceğine inanmamalarıdır. Doğu kültürü, bu ülkelerin özel şartları sebebiyle insanların zihnine sivil kurumlar konusunda bilgisizlik ve güvensizlik tohumları ekmiştir. Görünen o ki, bu kültür, yaşlanan yeni ortamda da zihinlerdeki hâkimiyetini korumaktadır.
Arap lobisinin sorunları ile ilgili olarak, Amerika’da oturan Arap ve Müslüman sayısınca, birinci dereceden ihtilaf sayısının bulunduğu söylenebilir. Bu çerçevede onların Amerika’daki sayısının bir ila sekiz milyon arasında olduğu söylenmektedir. Siyasî olmayan bir anket kuruluşlundan John Zogby, Amerika’daki Arapların sayısını yaklaşık olarak 4 milyon olarak vermektedir ki, Arap olmayan Müslümanları da bu rakama eklemek gerekmektedir. Bu noktada Amerika’daki Müslümanlar, sayı bakımından Amerika’daki Yahudilerle kıyaslanabilir bir nitelik arz etmesine rağmen; Müslüman toplumun geri olmasının sebebi, iç örgütlenme ve siyasî faaliyetler açısından henüz genç olmasıdır. John Zogby’nin deyimiyle, Amerika’daki Araplar, Amerikan siyasî kurumlarını etkileme noktasındaki çabalar açısından henüz ilk gençlik döneminde bulunmaktadır. John Zogby’nin kardeşli ve Amerikalı Araplar kuruluşlunun müdürü olan James Zogby, Arap-Amerikan toplumunun ABD medyasındaki en gündemde olan sözcüsüdür. Onun belirttiğine göre, çok yakın bir zamana kadar, başkanlık yarışlındaki hiçbir Demokrat aday, Arapların sözlerine kulak vermek bir yana, Arap gruplarının hiçbirinden seçim yardımı dahi kabul etmeye yanaşmamıştı. Bununla birlikte Clinton, 1992 yılında bu durumu değiştirdi. Bunun sebeplerinden birisi, nüfus dokusundaki değişimdi. O dönemde Arap ve Müslüman nüfus, Calişornia’nın güneyi, New York, New Jersey, San Şrancisco ve Chicago gibi seçimler açısından önemli olan bölgelerde yoğunlaşmaktaydı.
Bununla birlikte Amerika’daki Araplar, Müslümanlar arasındaki şimdiye kadar var olan örgütlenme ve siyâsî faaliyet zaafı, bu ülkedeki Filistin lobisinin genellikle petrol şirketleri ve Arap diplomatlarıyla sınırlı kalmasına sebep olmuştur. Genel sonuç şu ki, Amerika’da oturan Arapların çoğunu, Lübnan asıllı Hıristiyan Araplar oluşturmaktadır ve bunlar da Amerika’daki Arap lobisinin istekleri ve çıkarları konusunda çok olumlu bir duyarlılığa sâhip değillerdir.
Bizzat bu durum, Arap lobisinin en önemli sorunlarından biri olan iç ayrılığı yansıtmaktadır. Bu ayrılıklar, iç ihtilaflar yoluyla Arap ve İslâm dünyasında daha da güçlenmektedir. Amerika’da oturan Araplar ve Müslümanlar, çok çeşitli kültürlere ve özelliklere sahip, 50–60 İslâm ülkesinden buraya göçmüş kişilerden ya da bu ülkede İslâm’la müşerref olmuş Amerikalılardan oluşmaktadır. Bunlar genellikle toplumsal ve siyasî canlılığın çok şazla olmadığı toplumların kültürlerinden beslenmişlerdir ve geldikleri bu toplumlarda halkla devlet ilişkileri az ya da çok bunalımlıdır.
Bir yandan istibdatçı eğilimler bulunması sebebiyle Müslüman ülkelerin birçoğunda gönül birliği olmaması, diğer yandan da orada azınlıkta bulunmaları, Amerika’daki Arapların ve Müslümanların diğer bir önemli sorunudur. Bu tür etkenler, şimdiye kadar Amerika’daki Müslümanların orada örgütlü ve etkili siyâsî faaliyetler yapmalarına engel olmuştur.
Bu tür sorunlar, geçen onlarca yıl boyunca, Arapların Amerika’daki çıkarlarını koruma konusunda genellikle petrol şirketlerine ve kendi diplomatlarının faaliyetlerine dayanmasına sebep olmuştur. Denildiğine göre, 50’li yıllarda Suud kralı, Arap diplomatlardan ASPAC lobisine (diğer bir AIPAC) karşı koyabilmeleri için Arap lobisine malî yardımda bulunmalarını istemişti. Gözüken o ki, petrol lobisi de 1973’teki petrol krizinden sonra daha da güçlenmiştir. Bu lobi bazı dönemlerde Washington’da Arap çıkarlarının savunusunu açık bir şekilde yapmış; şartların müsait olmadığı, petrol şirketlerinin kamuoyundaki konumlarının zayıfladığı bazı dönemlerde ise sahne gerisinde kalmayı tercih etmiştir. Bu şirketlerin desteği bugüne kadar malî yardımda bulunmak, resmî makamlara baskıda bulunmak ve Arapların hükümetten taleplerini desteklemelerini sağlamak üzere çalışanlarına ve hissedarlarına mektuplar göndermek gibi çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir.
Deyim yerindeyse bu petro-diplomatik lobi, Arapların 1972 yılına kadarki tek lobisiydi. Ta ki Richard Shadyac’ın o yıl “Amerikan Arap Ulusal Birliği”ni kurmasına kadar… “Ulusal İsa Kiliseleri Konseyi” gibi Arap ve Müslüman olmayan bazı akımlar da İsrail’e karşı olmalarından dolayı Filistinlileri desteklemişlerdir. Bu cümleden, söz konusu Konsey, 1980 yılında bir Filistin devletinin kurulmasını istedi. Jesse Jackson, Arap lobisinin desteklediği Amerika’daki tek başkan adayıydı. O, Araplara ve Filistinlilere olan ilgisini açıkça ortaya koyuyordu. Arafat’la görüşmenin tabu sayıldığı dönemde onunla görüşmüştü. Jackson, sonunda Arapların seçim yardımını alabilmişti.
Arap yanlısı lobinin birtakım özellikleri vardır. Birincisi, faaliyetlerinin genellikle reaktif yönü bulunmaktadır. Yani bu lobiler daha ziyade Arap yanlısı tasarı ve planları gündeme getirmek yerine, İsrail yanlısı plan ve tasarılara karşı çıkmaktadır. İkincisi de, Amerika’nın kendi çıkarlarını yürütmek için yaptığı önceki girişimlerden istifade etmektedir.
Bu lobiler taraşından, 1981’de AWACS’ların Arabistan’a satışlı konusundan başka herhangi bir konuda özel bir tepki ortaya konmamıştı. Amerika’daki Yahudi lobisi, Amerika’nın Arap ülkelerine silah satışlına ve bu ülkelerde yatırım yapmalarına çok fazla muhalefet etmemişler ve böylece Amerikalı şirketlerin çıkarlarını tehdit etmemişlerdi.
Filistin yanlısı lobiler de tıpkı Yahudi lobileri gibi, kendi temellendirmelerini Amerikan ulusal çıkarlarına dayandırmıştır. Onlar, İsrail’i desteklemenin Amerikanın ulusal çıkarlarını tehlikeye attığını; İsrail’e yapılan yardımların ödenen vergileri heba etmek demek olduğunu; Amerikan çıkarlarının Araplara yakınlaşmakla temin edileceğini vs. propaganda etmektedirler.
Bununla birlikte sıkı ve şiddetli bir rekabetin bulunduğu hiçbir seçimin sonucunu etkileyememiş olmaları, Arapların en temel sorunudur. Sadece bu bile, seçimlerle herhangi bir makama ulaşmak peşlinde olan kişilerin bunları çok şazla ciddiye almamalarına sebep olmaktadır.
Bu durum da, onların ABD Kongresi’nde zayıf kalmalarıyla sonuçlanmaktadır. Amerikan Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu Lübnan asıllı olan beş Arap üye bulunmaktadır. Buna karşın onların Senato’daki varlıkları sıfırdır. Bu durum, Filistin yanlılarının Kongre üyeleri ile olan temasları için de geçerlidir. Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi Başkanı Henry Hyde, Orta Doğu ile ilgili konularda İsrail yanlısı grupların sürekli olarak kendisine müracaat ettiğini; ama Amerikalı Arapların ya da Amerikalı Müslümanların ona çok şazla müracaat etmediklerini söylemektedir.
Filistin davası, sol akımlarla Amerikan medyasının bir bölümü arasında taraftara sahipse de, 11 Eylül’den sonra bunu gündeme getirip propaganda etmek oldukça zorlaşmıştır. Şüphesiz, ırk temelinde onların teröristlere para toplamakla suçlanması, işleri daha da zorlaştırmaktadır.
Amerika’daki İsrail yanlısı lobinin nüfuzu şu sıralarda zirvede bulunuyorsa da, şüphesiz Müslümanların bu potansiyel lobisi yüksek bir güce sahiptir ve uygun şartlar altında parlak bir geleceğe sahip olabilecektir.
Amerika’daki Müslümanların nüfusu, diğer din mensuplarına oranla daha hızlı artmaktadır. Bu artış hem yeni göçlerle hem de yüksek orandaki doğumlarla olmaktadır. Ayrıca son dönemlerde Müslümanlar arasında sivil toplum kuruluşlarına ilgi de artmıştır. Müslümanların siyasal veya kişisel taleplerini dile getiren örgütlerin faaliyetleri de gittikçe artmaktadır. Bu durum “Yahudi- Hıristiyan” kültür yapısı tekelini kırmakta, onun yerine İslâm’ı koymaktadır.
Öte yandan dünyadaki bugünkü iletişlim devrimi de Müslümanların Amerikan toplumuna olan entegrasyonunu azaltmıştır. Telefon, faks ve internet yoluyla ana yurtlarla olan irtibat daha da kolaylaşmış, ana yurtlara yapılan seyahatler de ucuzlamıştır.
Geçmişte ya da yakın geçmişte Amerika’ya göçmüş olan Müslümanlar, kendi yerel toplumlarıyla teması koruma konusunda daha isteklidir. Şüphesiz bu şartlar, Müslümanlar için 19. ve 20. yüzyılda sahip olduklarından daha şazla imkânlar yaratabilir.
Elbette bu durum sadece Müslümanlar için geçerli değildir. Amerika’daki tüm göçmen toplumlar da aynı şekildedir. Bu durumda Amerikan toplumunun göçmenleri bünyesine çekip eritme yönündeki yüksek kabiliyetine işâret eden “melting pot” teriminin hâlâ geçerli olup olmadığı sorusu gündeme gelmektedir. Öte yandan son dönemlerde göç edenlerin niteliği de 19. ve 20. yüzyıllarda göç edenlerinkine göre dikkate değer bir farklılık arz etmektedir. Geçmişte göçmenler, genellikle Batı ve Doğu Avrupa ile Rusya’dan gelmekteydiler ve onların çoğu da Yahudi’ydi.
Son dönemlerde ise göçmenlerin çoğu Latin Amerika ülkeleriyle aralarında İslâm ülkelerinin de bulunduğu diğer üçüncü dünya ülkelerinden gelmektedir. Yeni göçmenlerin çoğu, Yahu-di tarihî geçmişlini bilmeyen ve onların duyarlılıklarına sahip olmayan kişilerdir. Onlar hakkında olumsuz bir yargıya sahip ol-masalar da en azından bu konuda nötrdürler.
Bu göçmenler, Avrupa’da Yahudilerin katliama tabi tutulduğu vs. gibi propagandaların etkisinde değildirler. Amerika’daki Yahudiler konusundaki tek yargıları, Yahudilerin hak etmedikleri halde Amerika’daki beyaz kesimin en zengin ve en nüfuzlu kişileri olduğudur. Bugün az bir ücretle Yahudilerin hizmet işlerinde çalışan İspanyol kökenliler, ileriki yıllarda Amerikan nüfusunun dörtte birini teşkil edecektir (Onların nüfusları 1970’te 800 bin iken bugün 9 milyona ulaşmıştır). Ayrıca bunlar, Yahu-dileri İsa Mesih’in katilleri olarak gören geleneksel Katolik mezhebi öğretilerinin etkisindeki Katoliklerdir.
Amerika’da hızla çoğalan diğer dinî gruplara oranla, Yahudi nüfus artışı sıfırdır. Diğer bir deyişle, Amerika’daki Yahudilerin sayısı hem mutlak olarak hem de diğer gruplarla mukayeseli olarak düşünüldüğünde gittikçe azalmaktadır.
Yahudi nüfusun yaşlılığı, onların diğer dinî gruplarla evlen-meyi ve diğer dinlerden kendi dinlerine geçişli hoş görmemeleri, Yahudilerin Amerikan toplumu ve kültürü içinde erimelerini hızlandıran önemli etkenlerden biridir. Bu da Amerika’daki Yahudi toplumunu tehlikeyle yüz yüze getirmektedir.
Kamuoyu araştırmalarının sonucuna göre, genç ve dindar ol-mayan Yahudiler, İsrail konusunda daha az duyarlıdır. Ayrıca genel olarak Yahudilerin sinagog ve dinî okullar gibi Yahudi kurumlarına katılımı dikkate değer oranda azalmıştır.
Amerika’daki Yahudiler arasındaki küçük bir azınlık, aşırı dinî tezahürlere sahipse de çoğunluk, bunlardan tamamen şarklıdır.
ine anket verilerine göre Amerika’daki Yahudiler, bu ülkedeki diğer din mensuplarına göre daha az dindardır.
Binaenaleyh, Yahudilerin aleyhine ve diğer grupların ve bu cümleden Müslümanların lehine bir seyir izleyen demografik etkenler, tek başlına bu ülkedeki siyasal yapıyı değiştiremez.
Diğer toplumsal grupların bu ülkedeki nitelik değişiminde oynayacağı rol, düşlünce ve siyasal örgütlenme gibi etkenlere bağlı olacaktır.