İnka Uygarlığı

Ekvator, Peru, Bolivya ve Kuzey Şili topraklarına yayılan ve Aztekler gibi İspanyol sömürgeciler tarafından hoyratça yıkılarak tarih sahnesinden silinenİnka uygarlığı her zaman için tarihçilerin ilgisini çekmiştir. Yazıyı bulmamış bir uygarlık olarak günümüze İnkalar hakkında ulaşan bilgi oldukça kısıtlıdır ve İnka tarihinin ilk dönemleri genellikle  efsanelere dayalıdır. Efsanelere göre İnka İmparatorluğu’nun kuruluşu, dört kardeşin eşlerini de yanlarına alarak Pacari Tampu’daki mağaralarını terk etmeleriyle başlar. Dört kardeşten biri olan Ayar Manco, Cuzco Vadisi’ne yerleşerek İnka uygarlığının temellerini atar. İnkalarAyar Manco’yu İnka İmparatorluğu’nun 12 ya da 13 imparatorun ilki kabul eder ve efsanelerinde adı, hem uygarlığı getiren kahraman, hem tanrı olarak onurlandırılır. Efsaneler bir tarafa bırakılırsa İnkalar, And Dağları’nın göbeğinde, ortalama 3.400 metre yüksekliğinde verimli bir havza olan Cuzco bölgesine büyük olasılıkla XIII. yy sonunda yerleştiler. Kendilerinden önce başka halkların yaşamış olduğu bu bölgede, sıradağlara ve kıyıdaki çoraklaşmış topraklara rağmen, gelişmiş ulaşım ağlarına ve ileri tarım tekniklerine dayanan bir uygarlık ve imparatorluk kurdular. Yarı efsaneleşmiş olan ilk imparatorlar, İnkaların Cuzco bölgesinde egemenlik kurmalarını sağlayan savaşçı kabile reisleriydi. İnkalar bazen inandırma, bazen kaba kuvvete başvurma yoluyla dağda olsun, kıyıda olsun birçok topluluğu egemenliği altına almış ve sonunda kuzeyden güneye uçsuz bucaksız bir imparatorluk kurmayı başarmışlardı. İnka fetihleri Pachacütec (dünyanın iyileştiricisi) lakabıyla tahta geçen Yuganpui döneminde başladı ve İspanyol istilasına kadar sürdü. Onuncu hükümdarları Tupac Yupanqui, 1471′e doğru babasının yerine tahta çıktı. Onun hükümdarlığı ve 1493′te başa geçen Huayna Câpac döneminde İnka İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştı; Kolombiya’nın güneyinden Şili’nin orta kesimlerine kadar 4.000 km uzunluğunda bir alanı kaplıyor ve 7-10 milyonluk bir nüfusu barındırıyordu. Huayna Câpac usta bir fatih; güçlü, zengin ve son derece iyi yönetilen bir imparatorluğun mutlak önderiydi. İspanyol sömürgecilerin beraberinde getirdiği hastalıklar sonucu Huayna Câpac’ın 1525’te apansız ölümü İnkalar için tam bir felaket oldu. Oğulları Atahualpa ve Huáscar arasında başlayan taht kavgası İspanyol sömürgeci Pizarro için altın tepside sunulmuş bir fırsattı. 1532′de İmparator Atahualpa, Francisco Pizarro tarafından esir alınıp öldürüldü, yerine İspanyolların hiçbir sözünden çıkmayan kukla imparator Manco İnka tahta geçirildi. İnkaların İspanyol sömürgecilere karşı başlattığı gerilla savaşı 1572′de Francisco de Toledo zamanında Túpac Amaru’nun öldürülmesiyle sona erdi ve İnka İmparatorluğu’nun varlığı da tarih sahnesinden silindi. 1525 yılında 12-20 milyon arası olduğu tahmin edilen İnkaların nüfusu soykırım nedeniyle 600.000′e kadar düştü. Kast Tarafından Yönetilen Bir İmparatorluk İnka İmparatorluğu’nun siyasal ve toplumsal düzeni katı bir hiyerarşiye dayanıyordu. İktidar, Sapa İnka (Eşsiz İnka) unvanını taşıyan imparatorun şahsında toplanmıştı. Fetihlerdeki başarılarına rağmen otoritesi kazandığı askeri zaferlerden değil, kutsal kişiliğinden kaynaklanıyordu. Halkın gözünde imparator “Güneş’in oğlu”ydu. İnkaların atası da İnti, yani Güneş’ti. Hükümdarlığın temelinde dini unsurlar bulunması, İnka devletine teokratik nitelikler kazandırmıştı.   Kutsallıkta Güneş tanrısına eş olan İnka’nın, yani hükümdarın imparatorluk simgeleri, alnını örten lâl rengi bir saçak (mascapaicha) ve kulak memelerine takılan büyük altın disklerdi. Güneş’in oğlu olan imparator tanrılar ve insanlar arasında aracılık yapar, halkın ve evrenin düzenini korurdu. Ayar Manço tarafından yasaklanana kadar, İnka soyunun tanrısallığını korumak için kendi kız kardeşleriyle evlenen imparatorlar büyük bir debdebe içinde, kalabalık maiyetiyle birlikte yaşıyordu. En ince kumaşlardan biçilmiş elbiseler giyer, çok değerli mücevherler takarlardı. Köylere yaptığı ziyaretlerde yanında binlerce muhafızın olduğu İnka imparatorunun haremindeki kadınlar imparatorluğun bütün köylerinden seçilerek alınırdı. Bedenleri öldüklerinde mumyalanır ve Cusco’daki Güneş Tapınağı’na konulurdu. İnka, ölümünden sonra tahta geçecek olan oğlunu kendisi seçerdi fakat bu bile taht kavgalarını engellemek için yeterli değildi. Yalnızca ilk efsanevi hükümdarın soyundan geldiği kabul edilen ve en yüksek kraliyet görevlerinin babadan oğula geçtiği bir kast oluşturan on bir ailenin oğulları İnka unvanını kazanabilirdi. Fakat kimi zaman bütün görevleri doldurmaya aile üyeleri yeterli olmadığı için, İnkaların egemenliği kabul eden kabile reislerinin oluşturduğu “Ayrıcalıklı İnkalar” adıyla yeni bir soylu sınıfı da oluşturulmuştur. İmparatorluğun çevrede değer kazanması için büyük işler yapmak gerektiği gibi, güçlü bir siyasal iktidar ve son derece merkezi bir yönetim gerekmekteydi. Son derece engebeli olan bölgenin ulaşım sorunu Roma İmparatorluğu’ndakine benzer bir yol ağıyla çözülmüştü. Düzgün fakat çoğunlukla dar olan yollar engebeye göre açılır, sözgelimi eğim fazlaysa yol basamaklı olurdu. Yollar boyunca “tambos” adı verilen hanlar inşa edilir, başkentle bölgeler arasında haber taşıyan ulaklar (chasqui) buralarda konaklardı. İnkaların Ekonomik ve Toplumsal Yapısı   İlk uygarlığın doğuşundan beri Andlardaki geleneksel toplum yapısının ve ekonomisinin temelini “ayllu” sistemi oluşturuyordu. Ayllu, yaklaşık 300 üyeden oluşan, akrabalık bağları üzerine kurulmuş, belli sürelerde toprakları paylaştıran ve karşılıklı yardımlaşmayı temel alan toprak sistemidir. Ayllu sisteminde topraklar bütün bir köy halkının ortak mülkiyetindeydi.  Her yıl parsellenerek köylülere dağıtılan ve “tupu” adı verilen bu parsellerin büyüklüğünü toprağın verimliliği belirlerdi. Toprağın üçte biri rahiplerin erzak gereksinimini sağlamak için ekilir, ikinci bölüm devlet tarafından işletilir, geri kalan bölüm ise ayllu sistemi dahilinde köylülere verilirdi. Köylüler başlarına, rengi eyaletlere göre değişen kurdelalar takarlardı. İzinsiz olarak bir eyaletten ya da ayllu’dan ayrılmak kesin olarak yasaklanmıştı. Her ne kadar toprakların büyük bölümü devletin ait olsa da, yine de İnkalarda özel mülkiyet kavramından söz etmek olasıdır. Soylulara ödül olarak toprak verilir, imparatorların otoritesine boyun eğmeyi sürdüğü sürece curaca’ların özel mülkiyet hakkına dokunulmazdı. İnka uygarlığında para kullanılmadığı için köylüler vergi olarak belli dönemlerde zorunlu olarak devlet hizmetinde çalışırlardı. “Mita”  adı verilen bu angarya ile yolların ya da sulama kanallarının bakımı yapılır, köylüler komşu devletlerin tehditlerinden korunmak için yapılan kalelerin inşasında çalışırdı. Savaş ve önemli bayındırlık işleri için sürekli insan ve ürün kaynaklarının seferber edilmesi zorunlu olarak imparatorluğun olanaklarından haberdar olmayı gerektiriyordu. . Bu yüzden imparatorun “curaca” adı verilen temsilcileri sürekli olarak gelir kaynaklarını denetler, imparatorluk sınırları içinde yaşayan halkın nüfus sayımını gerçekleştirirdi. Devlete ait topraklardan toplanan ürünler yol boyunca dizilmiş ambarlarda depolanır, İnka ve yüksek rütbeli subaylar sefere çıktıklarında buradaki erzakları kullanırdı. İmparator ülkenin zenginliklerini bir merkezde toplasa da kıtlık halinde buradaki yiyecekleri halka ya da yoksullara dağıtmasını da biliyordu. İnkalar, Güneş’in simgesi ve doğaüstü güçlerin kaynağı olarak gördükleri altını ekonomik değil yalnızca dini amaçlarla kullandılar. Putlar genellikle altından yapılmıştı ki, Pizarro ve adamlarının gözlerinin bu kadar dönmesine neden olan buydu. Atalarına altın ve gümüşten yapılmış adaklar sunarlardı. İnka, en değerli altın takıları kendine ayırdıktan sonra, geri kalanları ödül olarak hizmetindeki soylulara dağıtırdı. İnkalarda Kültür, Mimari ve Din Kurumları son derece gelişmiş bir hiyerarşik yapılanmaya sahip olsa da İnkaların zengin bir sanatı olduğu söylenemez. Yalnızca mimarlık alanında ilerledikleri söylenebilir ki, İspanyol sömürgeciler tarafından yok edilen İnka uygarlığından geriye yalnızca büyük şehir ve kale kalıntıları kalmıştır. Keza kuyumculuk ve dokumacılık alanında da usta olmalarına karşın yine İspanyol yağması nedeniyle günümüze bu sanatlardan örnek kalmadığı söylenebilir. İnka mimarisinin temel özellikleri, kusursuz bir şekilde yontulup perdahlanmış büyük taş bloklarını kullanmaları ve kapılar ile pencereleri dikdörtgen değil yamuk biçiminde yapmalarıdır. Yapılar, her biri tonlarca ağırlıkta olan ve birbirine kolaylıkla geçebilen ve harçsız olarak birbirine oturtulmuş devasa bloklardan oluşuyordu. Deprem kuşağında yer almasına karşın hiçbir sarsıntının bu binaları yıkamaması İnkaların mimari alandaki başarısı gözler önüne serer. Buna rağmen mimari yapılan oldukça basittir. İnka’nın sarayı veya Cuzco’daki dev Güneş Tapınağı Coricattcha gibi en büyük yapılar bile, dikdörtgen biçiminde ve saman damlıdır. 3.650 metre yükseklikte kurulan Cuzco, 200.000 insanı barındıran bir kentti. İnkaların bayındırlık çalışmaları arasında yollar önemli bir yer tutar. Kıyı boyunca kuzey-güney doğrultusunda uzanan ve Andlar’ı aşan iki ana yol ile vadilerin diplerinden geçen bağlantı yollarıyla gerçek bir ulaşım ağı kurmuşlardı. Dümdüz uzanan bu geniş yolların iki yanında ya duvar gibi yontulmuş dik kayalar yükseliyor ya da ormanlık yamaçlar basamaklar halinde yola kadar iniyordu. Yolların derin uçurumları ve azgın akarsuları aştığı yerlerde, sürekli muhafızların beklediği asma köprüler yapmışlardı. Güneş’e tapınmanın devletin resmi dini olduğu İnkaların en eski tanrısı İnti idi. Fakat İmparator Pachacutec’in hükümdarlığından başlamak üzere yerini yaratıcı tanrı Viracocha aldı. Bu değişiklik, kuşkusuz evrenin doğuşu ve ilahiyatla ilgili çeşitli spekülasyonlara yol açan ruhban sınıfının eseriydi. Andlar’ın en eski tanrısı olan Viracocha, “yaşlı gök tanrısı” ya da “dünyanın yaratıcısı” olarak da adlandırılırdı. İnkaların dinsel inanışına göre peşpeşe yaratılışın ardından Viracocha sonunda insanlara uygarlığı bağışlamıştı. Ama daha çok seçkinlerin ve soyluların tanrısıydı. Cuzco’daki tapınağında insan biçimli altından bir heykelle temsil edilirdi. İnkalar, egemenlikleri altına aldıkları etnik grupların kültürel özelliklerini korumalarına ya da dinsel inançlarına büyük hoşgörüyle yaklaşıyordu amaKeçua dilini, merkezileşmiş bir yönetim modelini kabul ettirmeye ya da Güneş’e tapınma inancını fethedilen topraklardaki halklara aşılamaya çalışıyorlardı. Kolomb öncesi Amerikan toplumlarının çoğunda, özellikle Azteklerde tanrılara insan kurban etmek yaygın bir uygulama olsa da İnkalarda insan kurban etme törenlerine çok ender rastlanır. İnkalar tanrılarına daha çok lama kurban ederlerdi. Son derece merkezileşmiş bir devlet ve toplum düzeni kuran İnkaların, hiçbir yazı ve piktogram sistemi olmadan bunu nasıl başardıkları hâlâ anlaşılamamıştır. Belki de bu açığı, ondalık sayma sistemine dayanan “kipu”larla telafi ediyorlardı. Bu şartlarda, İnkaların sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktardıkları bilgilere ulaşmak imkânsızdır. Ama, “amauta” denen bilginlerin tarih ve din bilgisini genç kuşaklara aktardıkları sanılıyor. İnşaat, dokuma ve mücevher işçiliğindeki ustalıklarına rağmen İnkalar, teknolojide Cilalıtaş Devri’nin ötesine geçemediler. Maden olmadığından (demir ancak XV. yy’da kullanılmaya başlamıştı) çiftçiler sabanı bilmiyor, tarlalar çapayla sürülüyordu. Tekerleği de bilmedikleri için lamalar, koşum hayvanı olarak değil yük hayvanı olarak kullanıyorlardı. Tüm bu yetersizlikler göz önüne alındığında, İnkaların en ince ayrıntılara kadar planlanmış olan fetihlerdeki başarıları çok daha çarpıcıdır.