DOLAR

34,1147$% 0.28

EURO

38,1063% 0.11

STERLİN

45,3792£% 0.16

GRAM ALTIN

2.862,89%1,20

ONS

2.614,49%1,09

BİST100

9.926,18%-0,50

a

Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları

Sâdikat (Sadıklar) yolu eğitmeni Klinik Psikolog Dr. Rashid Haake (Raşid İbrahim Haake) K.S.A., kuranda bir çok ayette geçen, “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları” ile ilgili metotsal ve tekniksel uygulamasını günümüz yaşantısına uygun biçimde bizlere aktarıyor.

İslam sancağını taşıma gibi mukaddes bir kazanıma nail olan evliyalar, manevi ve zahiri anlamdaki görevlerini layıkıyla yerine getirmiş ve o sancağı gelecek nesillere ulaştırmıştır. Bu vesileyle de, İslamın ve o şerefli sancağın yeni mihmandarları her dönemde zuhur etmiştir. Etmeye de devam edecektir. Allah’ın (C.C.) nuru kıyamete kadar sönmeyecektir. Öyle ki; yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim (Tevbe-119)’de Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır: ”Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve ‘SADIKLARLA‘ beraber olun.”

Bu anlamda: ”Günümüz dünyasında özellikle de batı (AVRUPA) ülkelerinde İslamın sancağını dalgalandırmaya kendini adayan bir Allah dostunu ve metotlarını tanıyalım.” SADIKLAR YOLU anlamına gelen ‘SADİKAT’ ismiyle yeni bir harita ve yeni bir usül başlatan, tamamen metotsal yöntem ve tekniksel uygulamalarla sürdürülen yepyeni bir tasavvuf yolunu açan, Dr. Rashid İbrahim Haake (K.S.A.)’nin “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları” ile ilgili konuya dair içsel yolculuk ile farkındalık oluşturuyor. İşte o makale haberimizde;

Sâdikat (Sadıklar) yolu eğitmeni Klinik Psikolog Dr. Rashid Haake (Raşid İbrahim Haake) K.S.A.: ”Hayat Mutmainneyye ulaşmak için bir fırsattır!”

Sâdikat (Sadıklar) yolu eğitmeni Klinik Psikolog Dr. Rashid Haake (Raşid İbrahim Haake) K.S.A. sevenleri/ihvanına yönelik Tassavûfî terbiye ile Nakşibendiliğin unutulmaya yüz tutmuş ana prensipleri metodsal uygulamalar üzerindentopluma aktarıyor. Bunlardan biri de, “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları”. Peki “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları” ne demek, “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları” ne anlama gelir, “Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları”a nasıl ulaşılır?

NEFİS NEDİR?

Nefis ya da Nefs (نفس), Arapça kökenlidir. Nefsin, genel tanımlaması sözlükte ruh, bir şeyin kendi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler gibi manalara; halk içindeyse de sadece kötülük yapan, tetikleyerek kişiyi kötülüğe teşvik eden nefis olarak bilinsede, aslında kendi içinde bile 7 basamağı ve mertebesi vardır.

Amerika’da, Kaliforniya Üniversitesi Palo Alto Enstitü- sünde Transpersonel Psikoloji alanında Profesör olan Robert Frager’in Kalp, Nefs ve Ruh (Sûfî Psikolojisinde Gelişim, Denge ve Uyum) adlı kitabında, tasavvuf düşüncesindeki nefis mertebeleri konusunun, modern psikolojinin verileri ile bir- likte nasıl ele alındığı hususları üzerinde durulacaktır. Çalışmada evvela kısaca nefsin tarifi ve mertebeleri hakkında bilgi verilecek daha sonra ise Frager’in nefis mertebeleri ile ilgili yaklaşımları üzerinde durulacaktır. Amacımız, insanın mane- vi eğitim ve terbiyesi ile ilgili temel konularından kabul edilen nefis mertebeleri ve her bir mertebede nefsin içinde bulunduğu farklı aşamaların, psikolojideki karşılıkları üzerinde durmak ve bu alanda yapılacak yeni çalışmalara bir nebze de olsa katkı sağlamak olacaktır.

Nefsin 7 basamağı ve 7 mertebesi var!

Tasavvufî olarak da, “kendinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir.” şeklinde tanımlanır. Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve “ruh-ı Rahmani”, “ilahi ben” (ruhen Allaha yaklaştıran) manasında da kullanılmıştır. Nefsin 7 basamağı ve 7 mertebesi vardır!

Bunlar kademeler aşağıdaki gibi sıralanırlar. Nefsin yedi tanımlaması vardır. Bunlar;

  1. Nefs-i Emmâre
  2. Nefs-i Levvâme
  3. Nefs-i Mülheme
  4. Nefs-i Mutmainne
  5. Nefs-i Râdıye
  6. Nefs-i Merdıyye
  7. Nefs-i Kâmile

Nefsî tezkiye

Nefsî Tezkîye ya da Nefîs Terbiyesi/Temizliği İslam dini ve tasavvuf yolundaki terimi. Nefsin temizlenip günâhlardan arındırılması, sâf, pâk ve olgun hale getirilmesi sürecine verilen isim. Nefsi teskiye etmek demek nefsi temizlemek demektir. Bu temizlik yedi kademede gerçekleşir. Bu kademeler tamamlandığında, tasavvuf yolundaki nefs afetlerin çoğundan temizlenmiş demektir.

Bunlar kademeler aşağıdaki gibi sıralanırlar:

1. Nefs-i Emmâre, Nefsi emmare

Nefs-i Emmare: Kötü ve günah olan işlerin yapılmasını emreden hayvanî nefis olup, insanı çirkin şeylere, dünyevî zevklere sevk eden tabiî kuvvet yerine kullanılan bir terimdir. Sâlik bu safhada tamamıyla hayvanî ve şehvânî arzularının etkisi altındadır. Bu nefsin sıfatı, hep kötü işleri istemektir. Bunun tedavisi, sami- mi tövbe ve terbiyedir. Kuran-ı Kerimde “Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder”

Nefs-i emmare kötülüğü emreden ve bundan zevk alan nefise verilen isim. Nefis tezkiyesi kademelerinden ilkidir. İlk kademede nefsin temizliğine henüz başlandığı için nefiste bütün 19 afet mevcuttur. Onun için bu kademede nefis henüz arınmadığı için kötülüğü emreder.

Genelin sahip olduğu nefis, “Nefsi natıka”dır. Nefsi emmare bir makamdır. Tahkiki iman noktasıdır. Bu makamda küfür afetinin olamayacağı bilinir; nefsin diğer afetleri mevcuttur. Bu makamın zikri Kelime-i Tevhid’dir. LA İLAHE İLLALLAH Zikri çekilir.

Kulu, Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye tahrîk eden en süflî durumdaki isyankâr nefstir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfatı hâiz olan nefsin yegâne maksadı, hevâ ve heveslerini ölçüsüzce tatminden ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın avânesi olmuş; keyfine, zevkine, günâha düşkün olan nefstir.

Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek, onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.

Aslında nefs-i emmâre, sâhibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir. Nitekim bu husûsu İbn-i Atâullâh el-İskenderî şöyle îzâh eder: “…Sen asıl nefsinden kork! O nefs ki senin aleyhine çalışır. Üstelik ölünceye kadar da sahibinden hiç ayrılmaz. Oysa şeytan bile hiç olmazsa Ramazan ayında insandan ayrılır. Çünkü Ramazan’da şeytanlara kelepçe vurulur. Fakat buna rağmen Ramazan ayında da devâm eden cinâyet, hırsızlık ve ahlâksızlık vak’aları, şeytanın kandırmasından değil, nefsin azdırmasından ileri gelmektedir.”

Cenâb-ı Hakk’ın: “Muhakkak ki nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yûsuf, 53) âyet-i kerîmesindeki beyânı, bu mertebedeki nefse dâirdir.

Diğer taraftan insanın mânevî âlemdeki mevkii itibâriyle nefs-i emmâre, hayvanât içerisindeki zehirli yılana teşbîh edilegelmiştir. Şüphesiz ki böyle bir teşbîhle, nefsin tehlikelerine ve fecî âfetlerine dikkat çekmek murâd edilmiştir. Nitekim şâir Nev’îzâde Atâî, bu hakîkati şöyle dile getirir:

Döndü ahlâk-ı zemîme mâre

Şâh-ı mârânı anın emmâre

“Her kötü ahlâk, bir yılana benzedi. Bu yılanların şâhı da, nefs-i emmâre oldu.”

Bu yüzden akl-ı selîm sâhibi her mü’min, nefs-i emmâre ile dâimî bir cihâd hâlindedir. Bu cihâdda akıl ve irâde kılıcını, gaflet kınına sokmaktan daha büyük bir ziyân düşünülemez. Zîrâ nefs, pek çok ulvîliklere mazhar olan nice kimselerin, bir anlık gafletlerinden istifâde ile, ebedî hüsrân ve bedbahtlığına âmil olmuştur. Ancak Allâh’ın yardım edip koruduğu ihlâslı kullar bundan müstesnâdır.

Nitekim Mısır azîzinin hanımı Züleyhâ ile Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- arasında geçen şu hâdise pek ibretlidir: Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiği üzere Yûsuf -aleyhisselâm-, büyüyüp gelişmiş, güzelliğiyle gösterişli bir genç olmuştu. Onun bu hâli, yaşadığı evin hanımı olan Züleyhâ’yı değişik düşüncelere sevk etmişti.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde bu hâdiseyi şöyle bildirir: “…Kadın, O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve: «–Sana söylüyorum; haydi beri gel!» dedi. O ise; «(Hâşâ), Allâh’a sığınırım! Zîrâ kocanız benim velînîmetimdir; o bana güzel davrandı. (Bana güzel bir mevkî verdi). Gerçek şudur ki, zâlimler aslâ felâh bulmaz!» dedi.”

“Andolsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işâret ve îkâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece Biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (bürhânımızı gösterdik). Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yûsuf, 22-24)

Yûsuf -aleyhisselâm-, Allah Teâlâ’nın lutf u keremiyle mânevî yardımlara nâil olmuş ve böylece nefs-i emmâreyi temsîl mevkiindeki Züleyhâ’ya meyletmekten kurtulmuştu. Biz âciz kullar da, Cenâb-ı Hakk’a takvâ ile yönelerek, kendimizi nefsimizin şerrinden ve tehlikeli hâllerinden uzak bulundurmak mecbûriyetindeyiz.

Yüce Rabbimizin, âkıbeti fecî olan birtakım fiillerin, daha evveliyâtına âit safhalarından bile kendimizi korumamızı emretmiş bulunması, bu hikmete binâendir. Meselâ, bir erkeğin helâl olmayan bir kadına şehvetle bakması, zinâya kapı aralayacağından, men edilmiştir. Diğer bütün mezmûm fiiller için de durum aynıdır.

Hakîkaten bu vak’a, büyük ibretlerle doludur. Zîrâ ebedî kurtuluşa bir bedel hükmündeki dünyevî imtihanları zor ve şiddetli kılan pek çok unsur, burada âdetâ üstüste çakışmıştı. Şöyle ki:

Yûsuf -aleyhisselâm-, güzelliği dillere destân olacak kadar alâka çekici, melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğradıkları hâlde, hayranlıklarından bunu hissetmemişlerdi. Şâyet Yûsuf -aleyhisselâm-, çirkin ve şehevî duyguları körelmiş bir ihtiyar olsaydı, ne bu imtihan bu kadar zor, ne de bu hâdise bu kadar irşâd edici olabilirdi.

Buna mukâbil Züleyhâ da, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yâni servet, şöhret ve şehvetin şâhikasında bulunuyordu. Şâyet Züleyhâ da yaşlı veya çirkin bir kadın olsaydı, yine Hazret-i Yûsuf’un imtihânı bu derece zor olmaz ve bu hâdise, bu kadar müessir bir misâl teşkil etmezdi. Hâlbuki o da gençti, cemâl sâhibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir câzibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhâlığın, günâhları daha da kamçılayan hengâmında, Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:

“–Heyte lek!” yâni “–Gelsene bana!” diye seslenerek, çirkin bir fiile teşebbüs etmişti. Mukâvemet göstermekte nice irâdeleri eritebilecek böyle bir manzara karşısında, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bile hayli güç bir vaziyette kaldığını Yüce Rabbimiz: “Şâyet bürhânımız (delil ve yardımımız) yetişmeseydi, o da meylediyordu.” beyânıyla ifâde buyurmaktadır.

İşte Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen bunca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Yâni, nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek, ancak takvâ duygularının kuvvetlenmesi sâyesinde mümkün olabilmektedir.

Hakîkaten bir erkeğin, hayatı boyunca karşılaşabileceği imtihanların en ağırlarından biri; gençlik, güzellik, servet gibi her türlü câzibe unsuruna sâhip bir kadından, üstelik tenhâlıkta gelen dâvet ve iltifâta “hayır”diyebilmektir.

Nitekim Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şerîflerinde; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmetin o çetin gününde, Allah Teâlâ’nın yedi sınıf insanı, arşın gölgesi altında barındıracağını bildirdikten sonra, bu sınıflardan birinin:

“Güzel ve mevkî sâhibi bir kadının berâber olma isteğini, «–Ben Allah’tan korkarım.» diyerek reddeden genç…” olduğunu ifâde buyurmuşlardır. (Buhârî, Ezân, 36)

Zîrâ insanın en büyük zaaflarından biri, iltifata mağlûb olarak, kendini muhâfaza etme gücünü kaybetmesidir. Lâkin Hazret-i Yûsuf’ta bu olmadı. Zîrâ, takvâsı ve terbiye edilmiş nefsinin kâmile makâmında olması sebebiyle, ilâhî sıyânet onu korudu. Nefs-i emmârenin desîseleri karşısında onu güçlü kıldı.

İbrete şâyan diğer bir husus da şudur: Züleyha, arzûsuna tâbî olmadığı takdirde Hazret-i Yûsuf’u zindan ile tehdîd etmişti. Hâlbuki Yûsuf -aleyhisselâm-’ın arınmış nefsi ona takvâyı ilham etmekte olduğu için o:

“Ey Rabbim! Zindan, onların beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir.” demişti.

Ayrıca O’nun Cenâb-ı Hakk’a ilticâsında: “Eğer onların hîlesini benden uzaklaştırmaz isen, ben onlara meyleden câhillerden olurum.” diyerek, içine düştüğü vaziyetten kurtuluşun tek çâresi olan zindanı tercih etmesi, büyük bir takvâ nişânesiydi.

Bu da gösteriyor ki, insanı günahlara sürükleyen bütün dünyevî câzibelerin “heyte lek” (gelsene bana)dâvetlerine mukâvemet edebilecek yegâne güç, o anda kalbin “maâzallâh” diyerek sonsuz kudret sâhibi olan “Allâh’a sığınabilmesi”dir.

Nefsi Emmareden Kurtulmak İçin

Kur’ân-ı Kerîm’de nefs-i emmârenin âfetlerinden korunmaya karşı en güçlü silahın takvâ olduğu bildirilmektedir. Yine yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin hakîkatini gösteren bir vâkıa da şöyledir:

Mûsâ -aleyhisselâm-’a Tûr-i Sînâ’da peygamberliği tebliğ edildi ve müteâkıben: “–Asânı at!.. (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bunun üzerine:) «–Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen emniyette olanlardansın.» diye nidâ olundu.” (el-Kasas, 31)

Azîz ve Celîl olan Allah, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, kudretini o asâda göstermişti. Mûsâ -aleyhisselâm- da, asâ vâsıtasıyla Allâh’ın kudreti ile ünsiyet etti. Allah, O’nu peygamber olarak tâyîn edip kendisine yakınlaştırarak konuşunca ve bazı mükellefiyetler verince, O’na hitâben şöyle buyurdu:

Şu sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” (Tâhâ, 17)

Mûsâ -aleyhisselâm- da:

“–O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.” (Tâhâ, 18) şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine Allah -celle celâlühû-:

Yere at onu, ey Mûsâ!” (Tâhâ, 19) buyurdu.

Hazret-i Mûsâ, derhal emri yerine getirdi:

“Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan değil mi?” (Tâhâ, 20)

Bunu gören Mûsâ -aleyhisselâm- kaçmağa başladı. Ancak:

“Allâh buyurdu: «–Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk hâline döndüreceğiz.»” (Tâhâ, 21)

Bazı müfessirler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın asâsını yere atması ile ilgili âyetin işârî açıklamasında, bunun Hazret-i Mûsâ’nın iç dünyâsına âit bir irşâd sadedinde olduğunu beyân etmişlerdir. Mûsâ -aleyhisselâm-, izâfetleri, yâni fânî alâka, dayanak ve barınakları zikredince, Allah -celle celâlühû- bunların atılmasını emretti.

Nefs ve nefse bağlantılı olan şeyler, büyük bir yılan olarak temessül etti. Mûsâ -aleyhisselâm-’a nefsin hakîkati gösterildi. Korktu, ürktü ve ondan kaçtı. O’na işârî olarak âdetâ şöyle denilmiş oluyordu: “–Ey Mûsâ, işte bu yılan, Allah’tan başka şeylere bağlılık vasfının tâ kendisidir. Bu nefsânî vasıf, şekillenmiş bir sûrette sâhibine gösterilince, ondan ürker ve kaçar.

Artık sen tevhîd sıfatı ile sıfatlanmışsın. Senin bir asâya dayanman, senin için kendisine dayanacağın, ondan yardım dileyeceğin ve istifâde edeceğin bir şeyin var olması, nasıl doğru ve yerinde olabilir?.. Nasıl olur da sen, o asâ ile şöyle yapıyorum, ondan istifâde ediyorum ve onda benim için başka faydalar da var diyorsun?.. Tevhîd yolunda ilk adım, sebepleri terktir. Yâni mutlak tevekkül ve teslîmiyettir. Her türlü talep ve istekten vazgeç!”

Buyrulur ki: “Hakk’ın nidâsını işiten ve O’nun cemâlinin nûrunu gören kişi, Allah’tan başka dayandığı her şeyi bırakır. Allâh’ın fazl u kereminden başka hiçbir şeye dayanmaz. Bu şekilde nefsin arzularından ve desîselerinden sıyrılır.”

Cahil ve Gafil İnsanlar

Şu fânî rüyâ âleminin beş dakîkalık sahte lezzetleri uğruna, hakîkî saâdeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne düşüren de, yine nefs-i emmâredir.

Nefs-i emmâreyle mâlul bir insan, kendi kurtuluşuna yarayacak hakîkatler önünde dahî, inat ve kibirle diklenmekten, etrâfındakilere ucub nazarıyla bakmaktan, yalan, dedikodu ve mâlâyâni ile meşgûliyetten âdetâ zevk duyar. Dînen nehyedilmiş çirkinliklerden kurtulamaz. Böyleleri, kısacık dünyâ hayâtının fânî ve nefsânî lezzetleri uğruna cennet ve Cemâlullâh’ı, ebedî saâdet ve selâmeti terk edecek kadar akıl, idrâk ve iz’ânı dumûra uğramış, kalb gözleri perdeli, câhil ve gâfil insanlardır.

Nefs-i emmârede rûh-i sultânî, tamâmen rûh-i hayvânînin esîri hâline gelmiş, insanlık sıfatı kaybolup, hayvanlık sıfatı hâkim olmuştur.

Bu gibi kimseler hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Andolsun biz, cinlerin ve insanların birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağı seviyededirler. İşte asıl gâfiller onlardır.” (el-A‘râf, 179)

Böyleleri, dehşetli gaflet tuğyânı içinde hâlâ Allâh’ın merhametine gereğinden fazla güvenerek kendilerini avutur, günahlara devâm ederler. Cenâb-ı Hakk’ın azâbından emîn olmuş gibi: “–Canım, haramı haram bilerek işlemek küfre götürmez ya! Nasıl olsa birgün tevbe ederim!” düşüncesi içinde boş tesellîlerle oyalanır dururlar.

İşte bu ve benzeri düşünceler, aslında, günahların kolaylıkla irtikâb edilmesini sağlamak ve bunu normal göstermek isteyen nefs ve şeytanın sinsi fısıltılarıdır.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın îkâzı ne büyüktür: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman, 33)

Diğer taraftan, nefs-i emmâre gafletine dalmış kimseler, âhiretlerini kurtaracak hayır ve hasenât işlerine koşmakta tembel, kötülüklerden ictinâb etme husûsunda ise kayıtsızdırlar. Şâyet hasbe’l-kader küçük bir hayır işleseler, bunu gözlerinde büyütüp dâimâ bununla övünürler. Kendilerinden zuhûr eden kötülüklerden zaman zaman ve bir nebze pişmanlık duyabilirlerse de, bu nedâmet, onların hâl ve tavırlarında hayırlı bir değişikliğe vesîle olacak kuvvetten mahrumdur.

Bu mertebedeki bir mü’min, tedâvîye muhtaç bir hasta gibidir. Onun nefs-i emmâreden kurtulup nefs-i levvâmeye geçebilmesi için, mânevî tedâvîde tâkib etmesi gereken en mühim usûl ise, kendini ciddî bir sûrette hesâba çekmektir. Kul, azamet ve celâl sâhibi Rabbinin herşeyi bilmekte olduğunu, kabirdeki suâlleri, mahşerdeki hesâbı, cehennemdeki şiddetli azâbı düşünmeli ve tevbeye azmetmelidir. Fakat tevbe esnâsında kul, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de pişman olup büyük bir samîmiyetle îfâ etmelidir. Dil tevbe ederken, fırsat düştüğünde yine o günahı işleme arzusu kalbde hâkimse, bu tevbe makbûl olmaz. Bilakis bu, münâfık tevbesidir ve hattâ tevbeye muhtaç bir tevbedir. Bir taraftan tevbe edip diğer taraftan da günahlara devâm etmek, tevbe ile ilticâ edilen makâmı hafife almak ve onunla istihzâ etmektir. Tevbe, gerçekten pişman olup, bir daha dönmemek üzere kötülüklerden vazgeçerek Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilemektir.

Diğer taraftan kul, nefs-i emmâreden kurtulmak için en azından zarûrî olan şer’î ahkâma riâyet ederek kelime-i tevhîdin rûh ve hakîkatinde derinleşmeye çalışmalıdır. Kalbde âdetâ bir put hâline gelmiş bulunan ve kulu Rabbinden gâfil bırakan bütün hevâ ve hevesler, daha “Lâ ilâhe” derken nefyedilip, Allah’tan gayrı bütün maksûdlar kalbden silinmelidir. Daha sonra da kalbin bu arınmış zemîninde “İllâllâh” hakîkatini sâbitleyip, gönlün yalnızca Allâh’a mahsus kılınmasına gayret edilmelidir. Bu şekilde kul, acziyet ve hiçliğini idrâk ederek îmânında taklidden tahkîke doğru terakkî etmeye çalışmalıdır. Îmânın kalbde gerçek mânâda mekân bulup kuvvet kazanması ise, kulu sâlih amellere ve netîcede ulvî mevkîlere sevk eder.

2. Nefs-i Levvâme, Nefsi levvame

Nefs-i Levvâme kötülük yaptığında bundan pişman olup af dileyen nefise verilen isimdir. Eğitmeni desteğiyle Allah’a yapılan samimi tövbeyle nefis bu mertebeye çıkar. İnanışa göre sadece ibadetle bu mertebe çıkmak 100 seneyi gerektirmektedir.

Bu makamın zikri Lafzı Celal’dir. ALLAH Zikri çekilir.

Nefs-i Levvame: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Emmareliği tamamıyla zail olmamakla beraber, ara sıra pişmanlık duyan, sahibini yasaklara yöneltmekten ayıplayan, bazen de hayırlı ameller ilham ederek güzel- likleri fısıldayan nefis demektir. Bu safhada sâlikin ruhunda kötülüklerden iyilik- lere dönüş arzusu doğar ve önceki kötü fiillerinden dolayı kendi kendini kınama- ya başlar. Kuran-ı Kerimde: “Kendini kınayan nefse yemin ederim ki” (Kıyame, 75/1-2) ayeti bu sıfattaki nefse işarettir.

Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe alırlar. Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki gibi “nasıl olsa Allâh affeder” düşüncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.

Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allâh’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.

Rûh-i sultânî, hayvânî rûhun esâretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhûr eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdânen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirâyet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi…

Böyleleri, ekseriyâ yaptığı hasenât ile mesrûr, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temâyülleri kuvvetlenmiştir. Kalbi bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.

Böyle kimselerin, Allah Teâlâ’nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allâh içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve sükûna tam mânâsıyla kavuşamadıklarından, Allâh için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devâm etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır.

Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim…” (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.

İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vukû buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği âşikârdır. Zîrâ “levvâme” ve “emmâre” mertebeleri arasında gâyet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devâm ediyor demektir.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: “Andolsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) buyurmaktadır.

Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.

Çünkü bâzı insanlar, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında “mütevâzî” dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyâkâr hâl, aslında “tevâzuun fahrı”ndan ibârettir.

Tevbede sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak mânevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şâyet mânevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.

Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yine mânevî terbiyenin mühim bir usûlü olan “râbıta”ya devamla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve mânevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, mânen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül berâberliği duygularıyla hareket etmelidir.

Nefsini dâimâ hesâba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir sûrette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukâbili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevâzû ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle mâlul biriyse, mü’min kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgûl olmalıdır. Mü’minin mü’min için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini, din kardeşlerinin güzel yönleriyle meşgûl etmelidir.

Yine bu mertebede zikrullâha devâm edip mâsiyete karşı âgâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.

3. Nefs-i Mülheme, Nefsi mülhime

Nefsi mülhime nefis teskiyesi kademelerinden üçüncüsüdür. Tasavvufa göre bu mertebede nefis Allah’tan ruhen ve kalben ilham almaya başlar. Bu makamın zikri İsmi HU’dur. HU Zikri çekilir.

Nefs-i Mülhime: İlham, feyiz ve keşfe mazhar olan, neyin iyi, neyin kötü ve günah olduğunu ilhamî bir sezgi ile bilen ve davranışlarını ona göre ayarlayan, şehvet ve şeytanî hislere karşı direnebilen, ruh-i sultanî’nin sesini duyan ve din- leyen insan iradesi yerine kullanılır. Nefs-i Levvâme mertebesinde dünyaya ait zevklerden vazgeçen sâlik, bu mertebede uhrevî mükâfatlardan da vazgeçer ve sadece Allah sevgisi ile meşgul olur. Kur’ân-ı Kerim’de: “Nefse ve onu düzenle- yene and olsun ki, nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirleten ise ziyana uğramış- tır” (Şems, 91/7-10) ayetinde bu nefse işaret edilmektedir.

Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye yükselen mü’min, bu merhalede de tevbe, istiğfar, günahlardan sakınmak, mânevî irşâda gönül vermek ve bâzı nefs mücâhedeleriyle mülheme mertebesine vâsıl olur.

Bu mertebede kul, Allâh’ın lutfuyla hayır ve şerri hassas bir sûrette ayırt edebilme ve şehevî duygularının aşırılıklarına direnebilme dirâyetine kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki mevkiinin endîşesiyle dolar. Îmânın hakîkatleri kalbde inkişâf hâlindedir.

Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifâde olunması da Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilham edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) âyetlerinden gelmektedir.

Nefs-i mülheme, ilhâma mazhar olan nefstir. Nefsin bu merhalesini yaşayanlar, ilâhî emir ve yasaklara güzelce riâyet bereketiyle, ledünnî hakîkatlerden, mârifet ve keşiften de bir nebze nasibdâr olmaya başlarlar. Kul, aşk ile rûhlar âlemine müteveccih bir hâle gelir, taraf-ı ilâhîden bâzı ilhâmlara ve kısmen Rabbânî esintilere mazhar olacak bir kıvâma ulaşır. Lâkin bu ilham esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır.

Zîrâ girilen mücâhedede nefs mağlûb durumda ise de, yine boş durmayıp rûh-i sultânîyi gâlip mevkiinden düşürmek için gizli hîle ve vesveselerle kalbi meşgûl etmeye devâm eder. Bu sebeple mülheme mertebesindekilerin Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyetleri, kâmil mânâda değildir. Yâni zâhirî ve fiilî kemâlât, henüz bâtında gerçekleşmemiştir.

Kötü ve çirkin huylar, çoğu kez fiiliyâta geçmese de hâlâ mevcuttur. Zâhirî sebep ve illetler âleminden hakîkat iklîmine henüz geçilememiş ve bu sebeple de tereddüt, kuruntu, gönül darlıkları, vehim ve ihtiraslar tamamen atılıp, teslîmiyetin huzur ve saâdetine kavuşulamamıştır. Gönüller, geçim ve ikbâl kaygıları gibi çeşitli tûl-i emellerle muzdariptir. Bugünün rızkına nâil oldukları hâlde yarınki rızıkları için endişe duyarlar. Zâhiren Cenâb-ı Hakk’ın “Rezzâk” sıfatını kabul ederlerse de belki farkında olmaksızın, kalben duydukları endişeyle bu sıfat-ı ilâhiyyeye îtimatsızlık mevkiinde kalabilirler. Bu ve benzeri diğer hâllerde de; Allâh’ın takdîrine rızâ, O’na teslîmiyet ve tevekkül, -henüz kalben ve tahkîkî olarak gerçekleşmediğinden-, sûretâ ve taklîdî bir şekilde îfâ edilmektedir.

Yine bu merhalede, nefsin arzu ettiği şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak sûretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze muvaffak olunmuştur. Ancak rûh-i hayvânî mağlûb olmuşsa da rûh-i sultânîden kaynaklanan temiz huylar ve güzel ahlâk henüz tam olarak yerleşmemiştir.

Bunun yerleşmesi, sâdece nefsin hoşlandıklarını terk edip hoşlanmadıklarını yapmakla, yâni sırf riyâzet ve mücâhede ile mümkün olmaz. Bunlarla birlikte “zikrullâh”a da ihtiyaç vardır. Fakat kalb, dünyevî endişe ve ihtiraslarla meşgûl bulundukça, zikrin safâsına ve netîcede itmi’nâna eremez. Zikrullâhın, âdâbına riâyetle îfâ edilebilmesi için de ehlullâhın mânevî irşâd ve rehberliğine ihtiyaç vardır.

Ne zaman ki kul, bir tedâvî ve telâfî maksadıyla değil de, derin bir zevk ve lezzet hâlinde, aşk ve vecd içinde Rabbini zikretmeye başlarsa, o an zikrin gerçek safâsına nâil olur. O zaman Rabbânî ilhâmlarla kâinâtın sırlarına vâkıf olur, orada sergilenen ilâhî kudret akışlarına hayran kalır ve gönlü mutmain olur.

Cenâb-ı Hakk’ın: (Resûlüm!) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır.” (en-Nahl, 125) buyruğundan hisse almaya başlar, sözleri güzel ve hikmetli olur. Çünkü o, artık ilhâma mazhar olmuş bir kuldur.

Bu minvâlde mesâfe alındıkça da hayvânî rûh, yâni nefs, sultânî rûhun emrine râm olmaya ve bu sâyede de süflî temâyüllerin iğvâsından kurtulmaya başlar. Müsâmaha, sabır ve tahammül gücü artar; tevâzû, kanaat ve cömertlikte yüksek bir seviye kazanır.

Ancak bu mertebenin âfeti de, “bir şey oldum” zannına kapılarak gaflet ile kibir ve ucuba sürüklenivermektir. Bu sebeple mülhemedeki bir mü’min, dâimâ ilâhî müşâhede altında bulunduğunu bilip, hâl ve tavırlarını tevâzû ve fânîlik duygularıyla tâyin etmelidir. Öte yandan dünyâ hayâtını âhiret düşüncesinden gâfil olmaksızın mütâlaa edebilecek bir görüş ufkuna ulaşarak, tefekkür-i mevt olgunluğuna bürünmelidir.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyâya karşı zâhid kılar. Eğer siz zenginken onu anarsanız, zenginliği(n âfetlerini) giderir. Fakirken onu anarsanız, hayatınızdan hoşnûd kılar.” buyurmuştur.

Nefsi bu mertebeye erişmiş olan bir sâlik, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu: “Hesâba çekilmeden evvel kendinizi hesâba çekin. Henüz ilâhî terâzide tartılmadan önce amellerinizi bir tartın. Hiçbir amelinizin kendisine gizli kalmayacağı Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkmadan evvel, o büyük mahkemeye hazırlanın. Şüphesiz dünyada iken nefsini hesaba çeken kimse için kıyâmet günündeki hesap hafif olacaktır.”

4. Nefs-i Mutmainne, Nefsi mutmainne

Nefsi mutmainne nefis teskiyesi kademelerinden dördüncüsüdür. Tasavvufa göre bu mertebede nefis, tatmin olmuş, şüphelerden arınıp rahatlamıştır. Mesela bu kademede insan nefsin hırs adındaki afetine galip gelerek o afeti devre dışı bırakabildiği için, anlar ki Allah’ın onun için ihsan ettiği şeylerin o ana kadar farkına bile varamamış ve bu kademede farkına varıp doyuma ulaşır. Bu makamımın zikri HAK Esmasıdır.

Nefs-i Mutmainne: Kalp nuru ile tenevvürü tamamlanmış, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup, ahlak-ı hasene ile hem-hal olmuş nefse denilir. Mutmaine nefsinin en önemli özelliği, davranışlarından dolayı Rabbinin huzurunda kesin- likle hesap vereceğine inanmasıdır. Bu yüzden yaptığı amellerin ilahî rızaya uy- gun olup olmadığına azamî hassasiyet gösterir. Bu mertebede sâlikin, kalbinde ilahî aşk yerleşmiş, dünya ve dünyaya ait her şeyi kalbinden çıkarmış, her şey- de Hakk’ın fillerinin tecellilerini müşahede eder hale gelmiştir. Bu yüzden kalbi itminan içerisinde ve huzur doludur. Bu mertebede artık bütün eşyada Hakk’ın tecellilerini müşahede etmeye başlar ve bir takım keşif ve kerametlere nail olur. Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey mutmain olmuş Allah ile huzur ve sukuna ulaşmış nefis” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, Allah aşkı ve zikri ile mutmain olmuş nefistir.

Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, men ettiklerinden titizlikle sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakîkî ve kuvvetli bir îman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefstir. Kalb, zikrullâh bereketiyle şüphe ve tereddütlerden arınmış, her an şükür ve senâ hâlindedir.

Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün beşeriyyete numûne olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek ahlâkı, târifsiz bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, ârif-i billâh olan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Ahkâm-ı şer’iyyenin bâtınına da vâkıf olmuşlardır.

Ahmed el-serhendi İmâm-ı Rabbânî (K.S.A.) Hazretleri konuyla ilgili şöyle der: “Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk taklidîdir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür.”

Kullukta tahkîke yükselmek ise şeriat, tarîkat, hakîkat ve mârifet sıralamasındaki “hakîkat mertebesine” vâsıl olmak demektir. Erişilen bu kemâlât, mes’ûliyet anlayışında da yüksek bir hassâsiyeti berâberinde getirir. Şöyle ki, şer’an âkıl-bâliğ olmayanlar, dînin hükümlerinden mes’ûl sayılmazlar. Mes’ûliyet ancak âkıl-bâliğ olanlara âittir.

Bunun gibi, tasavvufî yollardan birine intisâb eden bir sâlik de, seyr ü sülûkünü tamamlayıncaya kadar, mâsum bir çocuk gibi kabul edilerek tarîkat âdâbına dâir kusurları cihetiyle hoşgörülür. Zîrâ tarîkatte sâlik, ancak seyr u sülûkünü tamamladığı anda “rüşd”e ermiş sayılır. Artık, şeriat gibi tarîkat âdâbına dâir işlediği kusurlardan da mes’ûl olur. Ancak “hakîkat” cihetine dâir kusurlarından henüz mes’ûl sayılmaz. Bu mes’ul olmama durumu, mutmainne mertebesine adım atınca mes’ûliyete dönüşür. Zîrâ mutmainnede “hakîkat”cihetiyle de rüşde ermiş olur.

Bu sebepledir ki şeriatte mübâh olan bâzı şeyler, tarîkatte küçük günah gibi telâkkî edilir. Tarîkatte küçük günah olan şeyler ise, hakîkat ve mârifette büyük günah gibi ciddî ve mühim addedilir.

Meselâ şeriatte, doyduktan sonra yemek israftır. Tarîkatte ise doyuncaya kadar yemek israftır. Hakîkatte, kifâyet miktarını Allâh’ın huzûrundan gâfil olarak yemek israftır. Mârifette de, bütün bunlara ilâveten nîmetlerdeki ilâhî tecellîleri görmeden yemek israftır. Zîrâ Cenâb-ı Hak her şeyde kendi varlığına bir işâret sunmaktadır. Diğer bütün hususlarda da durum bunun gibidir.

İşte nefs-i mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle hakîkat, sekînet ve yakîne kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara da nâil olmuştur.

Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüt ve şüphelerden arınmış, gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen tereddütsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının zıddını iddiâ etseler, onda en ufak bir tereddüt hâsıl edemezler. Çünkü o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.

Böyleleri, îmanları uğruna hiçbir çile ve mücâdeleden korkmazlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan Firavun’un sihirbazları da, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan gördükleri apaçık mûcize karşısında mutmain bir gönülle Allâh’a îman etmiş ve îmândaki kararlılıklarını canları pahasına muhâfaza etmişlerdir. Zâlim Firavun’un, îmânlarından dönmedikleri takdirde el ve ayaklarını çaprazlama kestireceği ve kendilerini hurma ağaçlarına astıracağı tehditlerine bile aslâ aldırış etmemiş:

“…Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 125-126) diyerek büyük bir îman heyecânı içinde canlarını seve seve fedâ etmişlerdir.

Zîrâ bu makâmda gözleri perdeleyen beşerî kesâfet fenâ bulup, latîf duygularla hakîkat nûru zuhûr etmiş olduğundan: “Ey itmi’nâna ermiş (itaatkâr) nefs!” (el-Fecr, 27) şeklindeki iltifatkâr hitâb-ı ilâhîye mazhariyet nasîb olmuştur.

Görüldüğü üzere, mutmainneden aşağı derecedeki nefisler, ilâhî iltifâta lâyık olamamışlardır. Ancak itmi’nâna ermiş olan nefs-i mutmainne ve daha üst mertebedeki nefisler buna mazhar olabilmektedirler. Bu iltifâta lâyık olabilmek ise ciddî bir cehd ve gayret sarfedip, nefsi itaat altına almakla mümkündür.

Mutmainneye nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla râdıye, merdıyye ve kâmile denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, muvaffakıyetleri nisbetinde bunlarla Hakk’a yakınlık ve vuslatın zirvesine ererler.

5. Nefs-i Râdıye, Nefsi radiyye

Nefs-i radiyye nefis teskiyesi kademelerinden beşincisidir. Tasavvufa göre bu mertebede nefis daha önceki kademede doyuma ulaştığı için Allah’ın yaptığı her şeyden razı olmuştur. Bu makamımın zikri HAY Esmasıdır.

Nefs-i Râziyye: Gerek kendisi, gerekse de başkaları için tecelli eden, hakkındaki ilahî hükümlere tamamen rıza gösteren, keşke şu şöyle olsaydı, bu da böyle olsaydı diye itiraza kalkışmayan nefis demektir. Bu makamda sâlikte beşerî sıfatlar yok olup, sâlik, “beka” ya istidat kazanmaya başlar. Allah’tan gelen her şeye tam bir rıza gösterdiğinden bu mertebeye Râziyye denmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Sâlih kul- larımın arasına; gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir.

Dâimâ Hakk’a yönelmek sûretiyle Allâh ile beraber olma şuuruna erişmiş, hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş olan nefstir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk’ın irâdesinde fânî olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Sen O’ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak”hükmünün bu makâma işâret ettiği beyân olunmaktadır.

Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun irâdesini cân u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden noksanlaştırmakla imtihân edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

Bu âyet-i kerîmede ifâde buyrulan “sabredenler” zümresinden olabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine -velev ki o takdîr, umulduğu ve beklendiği gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî irâdenin hayır veya şer olarak tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.

Bu makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zîrâ insan mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mâruz kalır.” (Tirmizî, Zühd, 57)

İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, iptilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları verene karşı râzı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, mâneviyat yolunun cilveleridir. Onun için büyük mükâfâtlar, dâimâ büyük mukâvemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir.

Bu mertebedeki mü’minlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zîrâ dünyâya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.

Aşağıdaki şu mısrâlar, bu hâli ne güzel ifâde eder:

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhud diken!

Ya hil’at ü yâhud kefen

Kahrın da hoş, lutfun da hoş!

Gâyet kolaylıkla söylenebilen şu kıtadaki gerçeklerin yaşanmasındaki büyük güçlük, iyi kavranmalı ve takdîr olunmalıdır. Ancak râdıye makâmında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklid hevesiyle, vaktinden önce ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdirde onlar birer iddiâ mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak kulunun söylediği bu sözde samimi olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!

Râdıye makâmındaki bir kul, esrâr-ı ilâhîye muttalî olmaya başlar. Vahdet-i ilâhîyi kâmil mânâda idrâk ederek, mânâ âlemindeki kemâlâtı müşâhedeye nâil olur. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının husûsî tecellîlerine mazhariyetle şereflenir. Onun şahsiyeti, hayrın, güzelin ve doğrunun feyyâz bir menbaı hâline gelir. İlâhî emir ve yasaklara huzûr ile ittibâ eder. İbâdetler, hâlisâne ve Allâh için îfâ edildiğinden, aslâ yorgunluk vermez. Zîrâ yorgunluk veren ibâdetlerin içyüzünde, ya mertebeler aşmak ya da kerâmet ve keşfe nâil olmak veyahut buna benzer maksatlar vardır. Bir kimse böyle emeller peşinde olursa, o emellerle kendi kendisinin yolunu tıkamış ve bütün emeklerini boşa harcamış olur. Böyle olunca da zikri ve fikri unutturan bir yorgunluk belirir. Bunun için, seyr u sulûkün başından sonuna kadar Allah rızâsından başka hiçbir emel beslenmemelidir.

Hak Teâlâ, biz kullarına şah damarımızdan daha yakındır. Mühim olan bizim de bu yakınlığı idrâk ederek Rabbimizin yakınlığına nâil olabilmemizdir. Cenâb-ı Hak kullarından râzı olur. Yeter ki, kulları da O’nun yolunda gayret etsin, O’nun takdîr ve kazâsına rızâ göstersin, muhâtab olduğu ilâhî imtihan tecellîlerini olgunlukla karşılayabilsin ve O’ndan râzı olsun.

6. Nefs-i Merdıyye, Nefsi marziyye

Nefsi marziyye nefis teskiyesi kademelerinden altıncısıdır. Bu makamımın zikri KAYYUM Esmasıdır.

Nefs-i Marzıyye: Allah ile kul arasında karşılıklı rızanın bulunduğu, Allah’ın razı, kulun da razı olunmuş olduğu bir durumdur. Allah’ın kendisin- den razı olduğu nefis bu mertebede tecelli-i ef’âlden kurtulup, tecelli-i esmâ’yı, Hakk’tan bir cezbe ile ayne’l-yakîn müşahede eden nefsin tavrı demektir. Bu mer- tebede sâlik, Allah’tan razı olduğu gibi, artık Allah da ondan razıdır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Salih kul- larımın arasına; gir cennetime” (Fecr, 89/27) ayetiyle anlatılan nefis, bu nefistir.

Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün füyûzâtından istifâde edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı olması îcâb eder. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir terakkî için Allâh’ın da kulundan râzı olması gerekir. Diğer bir ifâdeyle Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı Allâh’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temine medâr olan amelleri bereketiyle bu makam kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye, Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allâh’ın da kendisinden râzı olduğu kimselerin makamıdır.

Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet, cömertlik, affedicilik ve hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mü’min, nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı boş bulunmaktan sakınır.

Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine cennet hil’ati giydirilmiştir.

Yukarıda da zikredilen: “Sen O’ndan, O da senden râzı olarak dön Rabbine!” (el-Fecr, 28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı olarak” hükmü, bu hâli ifâde etmektedir.

Ayrıca Beyyine sûresinin 8. âyetindeki: “…Allâh onlardan hoşnud olmuş, onlar da Allah’tan hoşnûd olmuşlardır…” beyânı da bu hakîkatin diğer bir ifâdesidir.

Bu hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn” mertebesinden seyretmektedir. Allâh’ın izniyle bâzı gaybî sırlara vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak; rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli… olur. Onların hâline, kâline ve güzel ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder.

Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.

Peygamberlerin yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir: Hazret-i Yâkûb -aleyhisselâm- üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak sabr-ı cemîldir.” (Yûsuf, 18) diyerek beyân eder.

Dayanılmaz hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm-, hanımının; “Rabbine duâ et de bu muzdarip hâlin son bulsun.” şeklindeki talebine: “–Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim.” mukâbelesinde bulunmuştur.

İbrâhim -aleyhisselâm- da ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:

“–Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok!” buyurmuştur.

Aslında nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret olmakla berâber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler itibâriyle bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.

7. Nefs-i Kâmile / Nefs-i Sâfiye, Nefsi kâmile

Nefs-i kâmile, nefis tezkiyesinin yedinci mertebesidir. Seçkin, temiz halidir. Olgunluğa ermiş nefisir. Eğitmenlerin nefsinin karşılığıdır. Bu makamımın zikri KAHHAR Esmasıdır.

Nefs-i Kâmile: bu mertebede sâlik Hakk’tan bir cezbe ile bütün kemâl ve marifet sıfatlarını kazanarak, insanları irşat mevkiine yükselir. Bu makam Hakk vergisi olup, buraya riyâzet ve mücâhede ile gelinmez. Bu menzilde mücadele ve mücâhede biter. Bu mertebede artık sâlik en yüce makama ulaşmış, “kâmil” sıfatını kazanmış, bütün güzel sıfatları kendinde toplamış ve adeta cisimleşmiş bir melek haline gelmiştir. Bu makamdaki kişinin hareketleri ve davranışları hasenat ve ibadetten ibarettir. Sözleri hikmettir. Bu makamdaki kişi bütün bu özellikleriy- le “mürşid-i kâmil” sıfatıyla insanları irşad etme yetkisini eline almıştır.

Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak, ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makamdır; Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına mebnî, ilâhî bir ihsandır.

Nefs-i kâmileye erişenlere umûmiyetle irşad hizmeti tevdî edildiğinden bu makâma aynı zamanda “irşad makâmı” da denilir. Cenâb-ı Hak, bu makamdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle, insanları gafletten îkaz edici bir tesir halkeder. Böyle zâtlar, bir fâsık ile görüşseler, o fâsığın hâlini anlar, kalbî hastalıklarının ilâcını, hâl lisânıyla kendilerine bildirirler. Fâsık, eğer kalbi mühürlenmemişse insafa gelir ve pişmanlıkla gafletten uyanır.

  • İlme’l-yakîn: Bir şey hakkında habere dayanan bilgidir.
  • Ayne’l-yakîn: Bir şey hakkında görmek sûretiyle elde edilen bilgidir.
  • Hakka’l-yakîn: Bir şeyi bizzat yaşamak sûretiyle elde edilen bilgidir.

Yakîn (a.i); sağlam bilgi, iyi kat’i olarak bilme. -İlm-el Yakîn ; kat’i olarak edinilmiş, sağlam bilgi. -Ayn-el yakîn; bir şeyi kendi gözüyle görüp mahiyetini bilme.

Mehmet Şirin AYİŞ’in ”NEFİS MERTEBELERİNİN PSİKOLOJİDEKİ KARŞILIKLARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME: ROBERT FRAGER ÖRNEĞİ” makalesinde konumuza (Nefsin basamakları-nefsin mertebeleri) dair çalışmada şunlara yer verir.

İşte o çalışmanın detayları;

Robert Frager ve Nefis Mertebelerinin Psikolojideki Karşılıkları

İnsan, mahiyet itibari ile bir fizik yani beden, bir de metafizik yani manevî yönü vardır. İnsanın maddi yönü ağız, göz kulak gibi değişik maddi uzuvlardan meydana geldiği gibi, insanın manevî yönü de kalb, ruh ve nefis gibi manevî duyulardan meydana gelir. Nefis, insanın manevî yönü ile alakalı bir duyudur. Ancak bu duyu, genelde insanda bulunan olumsuz ve kötü duygular için kullanılır ve bu daha çok nefs-i emmâre ile ifade edilir. Bu yüzden Tasavvuf ehli, Kur’an-ı Kerimdeki “Hiç şüphesiz nefis devamlı kötülüğü emreder” (Yusuf, 12/53) aye- tinden hareketle insanda bulunan bütün kötü duyguları, nefs-i emmâre ile ifade etmişlerdir. Dolayısıyla nefis denilince daha çok emmâre kast edilir. Ancak, kötü duyguların kaynağı olan bu nefis, manevi bir takım eğitimlerden geçtikten son- ra, kendisinde bulunan kötü duyguları terk ederek iyi ve faydalı hasletler edinir. Nefis, iyiye doğru geliştikçe, kendisinde bulunan iyilik duyguları da buna bağlı olarak gelişir.

İşte nefis mertebeleri dediğimiz husus, insanın manevi eğitim sonucunda duygularında meydana gelen iyi ve güzel hasletlerin her birisinin faklı bir isim ile isimlendirilmesidir. İnsanın duygularında meydana gelen değişiklikler davranışı- na da yansıdığı için, insanın tutum ve davranışalrını inceleyen Psikoloji ilmi de bu konuya merak sarmış ve zamanla bu ilimle uğraşan pek çok insanın yolu tasav- vuf ile kesişmiştir. Bu insanlar, yapmış oldukları araştırmalar ve çalışmalar sonu- cunda tasavvuf ilmindeki duyguların terbiye edilerek değişmesi ve bu değişimin davranışlara da olumlu olarak yansıması olayının insan eğitimi için aslında çok önemli bir husus olduğunu görmüşlerdir.Bunun bir sonucu olarak bunlardan bir kısmı, Müslüman olmuş ve çalışmalarını yine bu istikamette ama bu sefer İslam dinin insanı hem maddi, hem de manevi olarak ele alan yönlerini de göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Çalışmamızın bu kısmında, aynı zamanda önemli bir Psikolog olan Robert Frager’in, Tasavvuf düşüncesinin nefis konusuna yaklaşımını, modern psikolojinin verileri ile beraber değerlendirmesi hususu ele alınacaktır.

Robert Frager, hem psikolog, hem de yazardır. Transpersonel Psikoloji‘nin öncülerinden olan Frager Association for Transpersonal Psychology‘nin başkan- lığı ve Institute of Transpersonal Psychology‘nin kurucusudur. Kendisinin başın- da bulunduğu dergâh California Redwood City‘de bulunmaktadır. Reed College, Portland, Oregon, United States, 1957-1961, B.A. Psikoloji eğitimi, ardından Harvard University, Cambridge, Massachusetts, United States, 1961-1967, Ph.D. gibi okullarda Sosyal Psikoloji eğitimi aldı.

Robert Frager, 1975 yılında bir gurup arkadaşı ile beraber The Institute of Transpersonal Pyschology’i kurar. Dünyanın değişik yerlerinden farklı dinlere mensub insanları davet ederek enstitüde kendilerine konuşma fırsatı verir. 1980 yılında Türkiye’den Halveti-Cerrahi tarikatının postnişini Muzaffer Ozaklı Efen- diyi davet eder. (Ozaklı’nın hayatı hakkında geniş bilgi için bkz. Topuzoğlu, 2007: 16-17) Frager, ilk defa Şeyh Efendi ile orada tanışır. Ancak ilk gördüğünde kendisinden çok etkilenmiştir. Daha sonra Enstitüye gelen Amerikalı bir bayanın Müslüman olmasından etkilenerek Şeyh Efendi vasıtasıyla Müslüman olur. So- nunda enstitüden on iki kişi tasavvuf yoluna girerler. Bu on iki kişilik gurup, aynı zamanda Kaliforniya’daki tasavvuf merkezini kurarak orada tasavvuf faaliyetle- rini yürütürler. (Frager, 2003: 16-20)

Bu çalışmamız, Frager’in, Sûfî Psikolojisinde Gelişim, Denge ve Uyum, Kalp, Nefs ve Ruh adlı kitabında nefis mertebelerini, psikolojinin verileri ile bir- likte ele alması ile ilgili yaptığı değerlendirmeler hakkında olacaktır. Frager, ki- tabında önce kalp, nefis ve ruhun psikolojisini ele alır, daha sonra Batılı psikolog ve filozofların nefis ile ilgili yanlışlıklarını ortaya koyar, ardından İnsandaki nefis mertebeleri ve bunların psikolojik tahliller üzerinde durur.

Frager’e göre sûfî psikolojisinde benlik ya da nefis, psişemizin (ruh, zihin, bilinçaltı ya da bilinç dışı tüm duygu ve davranışları içerir) en kötü hasmı olarak başlayan ancak paha biçilmez bir alete dönüştürülebilecek bir unsurdur. Bu da nefsin en alt düzeyi zalim nefis olarak da adlandırılan (nefs-i emmâre)dir. Bu nefis düzeyi, bizi manevî yoldan ayırmaya çalışan, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin koleksiyonundan ibarettir. İşte içimizdeki bu kötü güçler kalbimiz ve ruhumuz- da muazzam acı ve ıstıraplara neden olur ve bizi sevdiklerimize zarar verecek dereceye kadar götürür. Çünkü içimizdeki bu olumsuz temayül, arzu ve istekler yaşamımıza tıpkı bir zâlim-i mutlak gibi egemen olmaktadırlar. Bunların kökü genellikle derin bilinçaltında yer alan egoist güdülerdir. Hala büyük ölçüde bu za- lim nefsin etkisi altında bulunan birçok Batılı psikolog, filozof ve diğer uzmanlar nefsin bu halini normal görmektedirler. Hâlbuki sûfî psikolojisine göre düşünce ve kavrayışın en ağır sapıklıklarının temelinde bu zâlim nefis yatar. Bu yüzden bu zâlim nefis hem kendimiz hem de başkaları için en büyük tehlike kaynağıdır. İşte İslam tasavvufu bu zalim nefsin anlaşılması ve dönüşümü için güçlü ve etkili olan araçlar sağlar. (Frager, 2003: 29)

Frager, Batı Psikolojisi ile Sûfî psikolojisi arasında bazı karşılaştırma ve değerlendirmeler de yapar. Frager’in, dokuz başlık altında ele aldığı bu değerlendirmeler şu şekildedir:

1. Batı psikolojisi, evrenin tamamen maddi olduğunu ve hiçbir anlam ya da maksadı bulunmadığını varsaymaktadır. Sûfî psikolojisine göre ise evrenin ilahî iradeyle yaratılmış ve huzûru ilâhî/ilâhî var olma evrene nüfuz etmiştir.

2. Batı psikolojisi, insanın fiziki beden ve fiziki sinir sisteminden gelişen bir akıldan ibaret olduğunu varsaymaktadır. Sûfî psikolojisi ise batınî sezginin, idra- kın ve irfanın mekânı olan manevî kalp önemli bir yer tutmaktadır.

3. Batı psikolojisinde, insanın doğasının tanımları, temelde insanın sınırları ve nevrotik eğilimleri ya da insanın kalıtsal iyiliği ve özce pozitif doğamız üzerine odaklanmaktadır. Sufi psikolojisine göre, insanoğlu meleklerle hayvanlar arasın- da bir yerdedir. Her ikisinin de doğasını paylaşırız. Bu yüzden hem meleklerden daha yükseğe, hem de hayvanlardan daha aşağıya düşme potansiyeline sahibiz.

4. Batı psikolojisinde en yüksek bilinç düzeyimiz, rasyonel uyanık halimiz- dir. Sufi düşüncede aslında bu durum, bir çeşit uykudan uyanma ahalidir. Zira insanlar doğaları gereği çoğu zaman gafildirler. Bu yüzden de etraflarında meyda- na gelen hadiselere karşı duyarlı değildirler. Bu yüzden sufi düşüncede rasyonel hayat, gafletten uyandıktan sonra oluşan bilinç halidir.

5. Batılı psikologlar, öz saygı ve güçlü bir ego kimliği duygusunun önemli olduğunu, kimlik kaybının patolojik olduğu görüşünü benimserler. Sufi düşünce- de, ayrı kimlik hissi, bizimle Allah arasında hakikati saptıran ve bizi gerçek ilahî doğamızı öğrenmekten alıkoyan perdelerden birisidir. Bu yüzden sufi düşüncede hedef, egomuzu dönüştürmek ve ayrı kimlik hissimizi yok etmektir. Ne zaman hiçbir şey olmadığımızı anlarsak, yani fena mertebesine çıkarsak, işte o zaman ebedi olan ile birliğimizi mükemmel hale getirmiş oluruz.

6. Batı psikolojisi, kişiliğin oldukça birleşik, bütüncül bir yapıya sahip oldu- ğunu varsayar. Sûfî psikolojisinde ise insan, birçoğu farklı evrimsel gelişim aşa- maları ile bağlantılı ve birbirinden farklı özellik ve eğilimlerin koleksiyonu olarak görülür. Bu çeşitlilik insanın benliğinin gereğidir. İnsan benliğinden sıyrılınca bir ve tek olan ile bütünleşir.

7. Batı psikolojisi, muhakemeyi, en yüksek insani kabiliyet ile bilgi ve hik- mete giden yol olarak görür. Sufi psikolojisinde ise soyut ve mantıksal zekâ, alt idrak olarak adlandırılır. Eğer idrak, egonun bir aracı olarak hizmet ederse, büyü- me ve gelişmenin düşmanı haline gelir. Zira soyut idrak, kalbin ışık ve hikmetine muhtaçtır.

8. Batı psikolojisi, neredeyse bütün önemli bilgilerin mantıksal olarak orga- nize edilmiş nesir ile aktarılabileceğine inanmaktadır. Sufi düşüncede ise, nesir yetersiz ve sınırlıdır. Zira manevî gelişimin en üst aşamaları rasyonel tanımın ilerisindedir. Dolayısıyla manevî gelişimin gerçekleşmesi, egonun terk edilmesi ile alakalıdır.

9. Batı psikolojisi için iman, gerçek olmayan şeylere ya da sağlam kanıtları bulunmayan fikirlere inanmaktır, Sûfî psikolojisinde ise iman, maddi mevcudatın değişen görüntülerinin ardındaki hakikate inanmaktır. Zira iman, insana, evren ve kutsal olan ile doğru bir ilişki kurmasını sağlar. (Frager, 2003: 30-36)

Frager, insandaki nefsin mertebeleri ve dönüşümü ile ilgili olarak şöyle der: Ruh bedene girdiğinde soyut kökeninden kopar ve nefis şekillenmeye başlar. Böylece ruh maddi varlıkta hapsolur ve bedenin özelliklerini almaya başlar. Nef- sin kökü, hem beden, hem de ruhta olduğu için nefis, hem maddi hem de manevî eğilimlere sahiptir. Başlangıçta nefiste maddiyat hâkimdir. Çünkü nefis, bu ma- kamda dünyevi zevk ve ödüllere düşkündür. Maddi olan şeyi doğal olarak maddi dünya cezbeder. Ancak nefis dönüştükçe Allah’a daha çok yaklaşır ve dünyaya bağlılığı azalır. (Frager, 2003: 70-71)

Frager’e göre nefsin her bir mertebesi ilahî isimlerden birisiyle ilişkilidir. Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve bu isimler arasında doksan dokuz meşhur isim vardır. Bu isimlerin tekrarı ve anlamları üzerinde tefekkür edilmesi, her bir istas- yonda nefsin hastalıklarının tedavisi için etkili bir ilaç olabilir. Frager’in bahset- tiği nefsin bu mertebelerindeki ismi şerifler, La İlahe İllallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum ve Kahhar isimleridir.

Nefsin her bir mertebesinde ilahî isim veya sıfatlardan birisiyle zikretme olayının tarihi gelişimi de şu şekildedir: Hz. Peygamber Efendimizden Cüneyd-i Bağdâdî’ye kadar olan zamanda şeyhler müritlerine yalnızca Tevhid kelimesi- ni yani “La İlahe İllallah” şerefli sözünü telkin ederlerdi. Tâlip ve sâlikleri yani tasavvuf mesleğine girenleri terbiye için bu kadarını yeterli görürlerdi. Ancak Cüneyd-i Bağdâdî’den sonra bu isimlere büyük evliyanın içtihat ve ittifakıyla gitgide üç kelime daha eklendi ve bu kelimelerle de zikre başlandı. Bu üç güzel kelimenin biri “Allah”, diğeri “Huve”, üçüncüsü ise “Hakk” kelimesidir. Böylece tevhid kelimesiyle beraber dört türlü zikre başlandı. Daha sonra Halvetiyye tari- katının ikinci piri Seyyid Yahya Şirvanî bu dört isme “Hayy, Kayyum, Kahhar” isimlerini ilave etti. Bu suretle yedi isimle zikre başlandı. (Aynî, 1991:225)

Frager, İlahî isimlerle nefis mertebeleri arasında ilişki kurarak, her bir nefis mertebesini bir ism-i şerif ile şu şekilde izah eder:

1-Nefs-i Emmare, “La İlahe İllallah” ismi: La İlahe İllallah’ın derin anlam- ları tasavvufun en ince hakikatlerini oluşturur. Zira Nefs-i Emmare’nin dertleri- nin merkezinde dünyevî zevklere düşkünlük ve imanın yokluğu yer almaktadır. İşte bu durumun çarelerinden birisi Allah’ın varlığının kavranması, hayatın ve yaşamanın sadece bu dünyadan ve onun zevklerinden ibaret olmadığının idraki- ne varılmasıdır. Frager’e göre, Batı toplumlarında bireysel özgürlükler ön planda olduğu için, birçok insan kendi benliğini Tanrı gibi görmeye, her istediğini yerine getirmeye çalışır. Hâlbuki tasavvuf düşüncesinde insanın görevi, benliğin arzu ve isteklerini yerine getirmek değil, onları terbiye etmektir. İşte “Allah’tan başka ilah yoktur” ismi, bütün benlikleri ortadan kaldırarak, insanı gerçek ve tek olan Allah’a ulaştırır.

İbn. Ataullah İskenderânî, “La İlahe İllallah” zikrinin fazileti ile ilgili ola- rak şöyle der: Bu söz en faziletli zikir olduğundan dost da düşman da sıkıntılı anında ona sarılmıştır. Mesela Hz. Yunus karanlıklar içinde şöyle dedi: “Sen’den başka İlah yok”: (Enbiya, 21/87) Yine Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım, ben de Müslümanlardanım dedi”: (Yunus, 10/90) “La İlahe İllallah” zikrinin fazileti ve Kur’an-ı Kerim’de değişik anlamları ile ilgili geniş bilgi için bkz. (İskenderi, 2008: 159-184)

2. Nefs-i Levvame, “Allah” ismi: Allah ismi, en yüce isim olarak bilinir ve diğer isimlerin ifade ettiği bütün ilahî sıfatları içerir. Allah kelimesinin bir anlamı da ibadete layık olandır. Nefs-i Levvame’nin ana hastalığı olan ikiyüzlülüğün ila- cı, Allah’a ibadet etmek ve kendi egolarımızı beslemek yerine, Allah’ın rızası için kâinata hizmet etmektir.

3. Nefs-i Mülhime, “Hû” ismi: Hû, sıfatlarından arî olarak bizzat Allah’ı ifa- de eder. Hû, Allah’a, çok yakın bir tarzda hitap etme yoludur. Allah ile bu çok yakın temas kalpte bulunur. Nefs-i Mülhime bu makamda derece olarak küçük ve zayıftır ve daha sonraki her aşamada gittikçe büyür. Bu yüzden Hû ismi şerif-i ile Cenab-ı Hakk’la temas kurma Nefs-i Mülhime’nin ilham kaynağıdır.

4. Nefs-i Mutmainne, “Hakk” ismi: Hakk, hakikat anlamına gelir ve Allah’ın değişmeyen hakikatidir. Çünkü Allah’ın dışındaki her şey değişir. Nefs-i Mutmainne’nin huzuru, dünyanın fani ve sürekli değişen eşyası yerine Bakî ve Ebedî olan Allah için çabalamaktan gelir. Nefs-i Mutmainne derecesi hakikati anlamaya başladığımız aşamadır.

5. Nefs-i Raziye, “Hayy” ismi: Hayy, diri ve devamlı hayat sahibi anlamına gelir. Var olan her şey bu ilahî sıfatı paylaşır. Çünkü Allah, bütün eşyadaki yaşamın ve varoluşun kaynağıdır. Kâinattaki her şeyin atomları bu isim ile titreşir. Allah’ı, ilmi, kudreti, isim, sıfat ve fiillerinin tecellisi ile her şeyde Hayy olarak gören kimse, Nefs-i Raziye makamına yükselmiş demektir.

6. Nefs-i Marziye, Kayyum ismi: Kayyum, ezelden ebede kadar kaim, daim ve var olan anlamına gelir. Allah’ın mevcudiyeti kendisinden başka hiçbir şeye bağlı değildir. Kâinatta, Allah’ın dışındaki her şey başka birisine veya bir şeye muhtaçtır. Yalnızca Allah ezelî ve ebedîdir ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. İşte kâinat Allah’ın dışında hiçbir şey olarak değil, yalnızca Allah olarak görülmeye başlandığında birey Nefs-i Marziye makamına ulaşmış demektir.

7. Nefs-i Kâmile, Kahhar ismi: Kahhar, her şeye kadir veya her an kahret- meye muktedir anlamına gelir ve Allah’ı her türlü engeli tamamen yok edebilen, direnilemezlik ve durdurulamazlık sıfatına işaret eder. Hiçbir şey Allah’tan kaça- maz. Sayısız evrenler ve içindekiler O’nun önünde boyun eğer. Nefs-i Kamile’ye ulaşabilmek için ayrı bir “Ben”e dair bütün duyguların yok edilmesi gerekir. Bu nihai makama, ancak Allah’ın sınırsız gücüyle ulaşılabilir. (Frager, 2003: 71-73)

Nefis mertebelerini, Cenab-ı Hakk’ın ismi şerifleri ile bu şekilde izah eden Frager, daha sonra nefsin yedi mertebesini ve bunların insan için ne anlam ifade ettiğini, bu nefislerin her bir mertebesindeki tehlikeleri ve bu nefislerden özellikle de nefs-i emareden kurtulma yollarını geniş bir şekilde izah eder.

Frager, yukarıda bahsettiğimiz nefis mertebelerini önce tasavvuf düşünce- sindeki yaklaşımlarla ele alır. Daha sonra bunları modern psikolojinin verilerini kullanarak izah eder. Farger’e göre sûfî nefis/benlik dönüşümü modeli ile örtüşen bir Psişe diyagramı bulunmaktadır. Frager, bu diyagramı benliğin yedi derecesi modeline adapte ederek, bunları da yüksek bilinçaltı, orta bilinçaltı ve alt bilinçal- tı olarak üç kısma ayırır. Frager’e göre, yüksek bilinçaltı, psişenin manevî, aşkın ya da kişilik ötesi kısımlarını temsil eder. Orta bilinçaltı, uyanıklık halini ya da psişenin halen uyanık olan kısmını içerir. Alt bilinçaltı ise, bastırılmış travmatik hatıralar ve güçlü sıklıkla kabul edilemez dürtülerle doludur. Ona göre, günlük bilinç ile geçmiş travmatik tecrübeler ya da derin acı dolu hatıralar arasında bir ayırımı sağlayan güçlü bir baskı vardır. (Frager, 2003: 85)

Frager, evvela bu nefislerin durumu hakkında bilgi verir, sonra da diyagram üzerinden değerlendirmeler yapar. Frager, bahsettiği bu diyagramdaki her bir ne- fis mertebesinin içinde bulunduğu durumu ve diyagramı şu şekilde izah eder:

1. Nefs-i Emmâre diyagramı: Bu mertebede bulunan nefis, kibirli ve kötü- lüğü teşvik eden bir konumdadır. Bize egemen olmaya, düşüncelerimizi ve ey- lemlerimizi kontrol etmeye çalışır ve maalesef genellikle de galip gelir. Bu aşa- mada bulunan birçok kişi zevkinin esiri olmuştur. Örneğin cinsel mutluluk içi neredeyse her şeyi yaparlar. Bu düzeyde kontrol edilemez bir bağımlılık içinde bulunan birey, bunun bir sorun olduğunu dahi kabul etmez. Dolayısıyla da hiçbir değişim umudu taşımaz. Bu düzeyin en kötü özelliklerinden birisi, belki de en kötüsü, övülme ve dalkavukluğa bağımlılıktır. Bu düzeyde nefis, herkesin dik- katini çekmeyi ve herkesin kendi hakkında iyi şeyler düşünmesini ister. Birisinin kendisini sevmesini, seviyorsa itaat etmesini, itaat ediyorsa tapmasını ister. Nefsi emmârenin bu yönü, kendisini öne çıkarmak için insanın diğer bütün yönleri- ni yok eder. Bu tür bir hastalık, psikolojinin de mustarip olduğu bir durumdur. Doğrusu, çoğumuz böyle bir hastalığa duçar olduğumuz için, ne kendimizin, ne de başkalarının içinde bulunduğu durumu fark edemiyoruz. Bu nefis, genellikle bilinç dışında işler. Bu yüzden bizim sesimizle konuşuyormuş ve en içten gelen arzularımızı ifade ediyormuş gibi görünür. Nefsi emârenin insan üzerindeki etkisi hiçbir zaman bitmez. Bu yüzden en güzel yöntem, onu kontrol etmek, kötü huy ve alışkanlıklarımız, iyi olanlarla değiştirmektir. (Frager, 2003: 73-83)

Frager’e göre nefsi emmâre aşamasında üst bilinçaltı ile bilinci birbirinden ayıran güçlü bir bariyer vardır. Psişenin manevî kısımları büyük oranda kopuk- tur. Orta ve yüksek bilinçaltı arasındaki sınır kalındır ve neredeyse hiçbir geçişe izin vermez. Yaşam ilhamsız, anlamsız, sevgi ve mutluluk duygusundan kopuk- tur. “Ben” güçlüdür ve hatalı olarak kendisinin psişenin merkezini oluşturduğunu düşünür. Bu mertebede ego, gaflet halinde olsa bile ruh, Allah ile doğrudan iliş- kilidir. Çünkü ruh, derin hikmet kaynağı ve kılavuzdur. Bu yüzden bilinçli kişi- liğin uyanık kontrolünün dışında faaliyet gösterebilir. Zira sufi düşüncenin temel prensiplerinden birisi de insan ruhunun Allah ile temasının her zaman ve herkeste mevcut olduğu ve bu nedenle her bireyin saygı ve şefkatle muamele edilmeyi hak ettiğidir. (Frager, 2003: 85-86)

2. Nefs-i Levvame diyagramı: Bu makamda bulunan nefsin en güçlü eğilimi, ikiyüzlülük sıfatıdır. Zira bir taraftan tam olarak emmârelikten kurtulmamıştır, diğer taraftan da iyi bir durumda olduğunu kabul eder. Bununla beraber nefsi emmârenin utanmaz haline karşıt, bu aşamadaki birey başarılı olmasa da iyiye doğru meyleder. Bununla beraber bir şeyler başarmış iyi kişiler gibi davranmaya çalışır. Nefis, bu aşamada doğru yolun (sırat-ı müstakim) ne olduğu konusunda kısmen bilgisi vardır. Ancak eski alışkanlıklarından da bir türlü kurtulamamak- tadır. Bu yüzden bu aşamada birey sık sık başarısız olur. İnsan nefsi bu aşamada maneviyatı bütün kalbi ile sevdiğini söyleyen, ancak hala başka ihtimalleri göz önünde bulunduran sahte âşık gibidir. Gözü her an bir başkasına kayabilir. (Fra- ger, 2003: 88)

Frager’e göre bu mertebede, psişenin manevî yönlerini ayıran bariyer incelir. Yüksek bilinçaltının ışığı bilincimize girdikçe, kim olduğumuzu ve hatalarımızın neler olduğunu daha iyi görmeye başlarız. Artık mutluluk dolu cehalet ve toptan inkâr halinde daha fazla kalamayız. Bu nedenle alt benliğin dürtüleri daha fazla fark edilir ve bu farkındalık onların gücünü azaltır. Ancak bu bilinçaltı dürtüleri hala güçlüdür ve artan batınî uyanışa karşın egonun kibri, hala pek el değmemiş haldedir. (Frager, 2003: 88)

3. Nefs-i Mülhime diyagramı: Birey, bu mertebede, tefekkürden, ibadetten ve diğer manevî faaliyetlerden zevk almaya başlar. O zamana kadar işittiği ya da okuduğu dinî ve manevi hakikatleri bizzat tecrübe etmeye başlar. İçinden ya- ratana ve yaratılana karşı gerçek bir sevgi hissetmeye başlar. Bu durum aynı za- manda gerçek tasavvuf uygulamasının da başlangıcı sayılır. Bu aşamanın hâkimi, hikmet, hükümdarı ise sevgidir. Bu mertebenin bariz vasıfları, cömertlik, kanaat, teslimiyet, tevazu ve tevbedir. (Frager, 2003: 89)

Frager’e göre bu mertebede yüksek alt bilinçten ilham ve enerji gelmesi daha çok görülür. Kişinin psişesindeki hem yüksek hem de alçak alt bilincin güçleri konusunda daha fazla uyanık olması nedeniyle orta bilinçaltı genişlemiştir. Ancak “Ben” hala psişenin merkezindeymiş gibi hareket eder ve alçak alt bilincin dürtü- leri hala güçlüdür. Bu yüzden yüksek alt bilinçten gelen dürtüler saptırılabilir ve manevî gelişme ve olgunlaşma yerine egonun hizmetinde kullanılabilir. (Frager, 2003: 92)

Frager’in nefs-i mülhime ile ilgili bahsettiği bu tehlikeli duruma Semennûdî de dikkat çekmiştir. Semennûdî’ye göre Allah Teâla bu nefse günahlarını da tak- vasını da ilham etmiştir. Sâlik bu makamdayken hali zayıftır. Dolayısıyla celal ile cemal arasındaki durumu bilmez. Keza melekten gelen ilhamlarla şeytandan gele- cek vesveselerin arasını da tefrik etmez ve bilmez. Çünkü sâlik bu makamda beşerî kişilik, mizaç ve tabiatından tamamen kurtulamamış, beşer olmanın muktezasının gerektirdiği şeyler de kendisini tamamen terk etmemiştir. Dolayısıyla bu makamda sâlikin nefsinin hevasına uyup tekrar nefis hapishanesine ve esfel-i safiline düşme- sinden korkulur. Böyle bir durumda da sâlik, tekrar çok yemeye, çok içmeye, çok uyumaya ve halkın arasına karışmaya başlar. Hatta böyle durumlarda bazen itikadı bozulur, ibadet ve taatı terk eder. Günah işlemeye başlar. Kendisine muvahhit, eş- yanın hakikatini keşfeden muhakkik ehlinden birisi olarak görür. Kendinden başka ibadet ve taat ile uğraşanları da bu tür şuhudî hallerden mahrum kimseler olarak görür. Şayet böyle bir duruma düşer ve itikadı bozulursa, helak olanlarla beraber kendisi de helak olur ve müşrik olan kâfirlere iltihak etmiş olur. (Semennûdî, Sü- leymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmut Efendi, Nu: 002460, vr, 81a)

4. Nefs-i Mutmainne diyagramı: Bu mertebenin en önemli vasıfları, Allah’a güvenmek, sâlih ameller, manevî zevk, ibadet, şükür ve rıza gibi hasletlerdir. Kişi, bu mertebeye ulaştığı zaman, negatif egonun belli başlı çarpıklıkları karşısında güvende olur. Zira negatif ego, hem bu mertebede, hem de sonraki aşamalarda, anlık bile olsa kişiyi etkileyebilir. Bu mertebede, önceki mertebelerde bulunan bir kısım mücadeleler sona ermiştir. Kişi artık gafletten kurtulmuştur. Nefsi emârenin sıfatları artık çok çirkin ve iğrenç görünmektedir. Artık kalpte onlara karşı bir arzu ve istek uyanmaz. Bu mertebenin bir diğer özelliği ise, kalbin açılmasıdır. Zira kalpten gelen nur, nefsin alt derecelerinde negatif ve aldatıcı eğilimlerle çatış- maktaydı. Bu aşamada gerek duyulan batıni gayret, Allah ile aramızdaki gayrılık duygusunu azaltma ve geliştirdiğimiz çeşitli eğilimler ve kimlikleri birleştirerek tevhide doğru yol almaktır. (Frager, 2003: 93-95)

Frager’e göre bu mertebede yüksek bilinçaltının enerjileri öncesine nazaran daha çok istifadeye hazırdır ve alçak bilinçaltının dürtülerinin gücü ve etkileri azalmıştır. Bilinç alanı şimdi hem yüksek bilinçaltına hem de alçak bilinçaltına komşu olmuştur. Kişi artık kendi psişesinin derinliklerinin daha çok şuurundadır. İçsel (batınî) hoşnutluk ve huzur bu yeni idrak düzeyinden gelir. “Ben”-Ruh ek- seni gelişir. İlk mertebede, fani ve geçici kaygılarla işgal edilmiş olan ben, şimdi artık ruhun ebedi ve ölümsüz perspektifiyle özdeşleşmiştir. Artık ruhun batıni reh- berliği “ben”in hizmetindedir ve “ben” artık psişenin merkezi olarak görülmez. İçgüdüler zayıflamış ve “ben” artık dönüşmüştür. İlk kez kişi artık içgüdülerin gücüne karşı oldukça güvendedir. (Frager, 2003: 95-96)

5. Nefs-i Raziye diyagramı: Bu mertebede, yalnızca hakkımıza razı olmakla kalmayız, yaşamın Allah’tan gelen güçlükleri ve sınamalarına bile razı oluruz. Razı olmuş nefs aşaması, dünyaya genellikle baktığımız tarzdan çok farklıdır. Zira bu mertebede sürekli olarak Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve inayetiyle çevrili olduğumuzu fark ederiz. Allah’a karşı şükran duygumuz ve sevgimiz sebebiyle O’nun verdiği en acı şeyler bile tatlı gelmeye başladığında artık nefsi raziye mer- tebesine ulaşmışız demektir. Bu mertebenin başlıca vasıfları, istiğna, ihlas, tefek- kür ve zikirdir. Bu mertebeye ulaşanların samimi dualarına icabet edilir. Örneğin bu mertebede bulunan birçok velinin şifa dualarına cevap verilir. Bu dünyadaki hiçbir şey bu mertebede bulunan kişiye cazip gelmez, artık yalnızca kendi iç dün- yasındaki manevî âleme ve Rabbine odaklanır. (Frager, 2003: 96-97)

Frager’e göre bu mertebede artık sürekli olarak hem yüksek hem de alçak alt bilincin çeşitli yönlerinin farkındayızdır. Yani sürekli bir zikir ve idrak düzeyine ulaşmışızdır. “Ben” -Ruh ekseni derinleşmiş ve biz şimdi daha önce bilinçaltı ola- nı bilinçli olarak biliyoruzdur. Allah’ı asla unutmayanlar için, bu dünyanın acıları ve sınamaları tıpkı bir rüya gibidir. Bu dereceyi kazananlar, Allah’ı hatırlarlar ve kendilerine ne olursa olsun her zaman ve her şartta Allah’a müteşekkir kalırlar. (Frager, 2003: 98)

6. Nefs-i Marziye diyagramı: Bu mertebe, gerçek bir batınî birlik ve bütünlü- ğün gerçekleştiği bir aşamadır. Kişi, bu mertebede dünyayı bütün ve birleşik ola- rak görür ve gerçek insan olma mertebesine ulaşır. Bu aşamada, bütün hareket gü- cümüzün Allah’tan geldiğini ve kendi başımıza bir şey yapamayacağımızı anlarız. Artık hiçbir şeyden korkmaz ve hiç bir şey istemeyiz. Konuşmak, ya da iletişim kurmak için hiçbir istek duymayız. Zahirimiz, yok edilmiş, ancak batınımız, sara- ya dönüşmüştür. Dolayısıyla kalplerimiz artık vecd içindedir. (Frager, 2003: 99)

Frager’e göre bu mertebede nefis ve ruh birleşmiştir ve artık psişede bir ikilem ya da zıtlık yoktur. Kişi birleşik hale gelince dünya- nın ilahî birliği görünür hale gelir. Bu durum, kırık bir aynanın, aynı görüntünün birçok farklı yansımalarını yansıtması gibi, dünya da çok- luk içinde görünür, eğer aynadaki kırıklar tamir edilir ve yeniden eski haline gelirse, o zaman tek bir görüntü yansır. (Frager, 2003: 100)

7. Nefs-i Kâmile diyagramı: bu dereceye ulaşan çok az kişi benliğini tama- men aşmıştır. Bu mertebede hiçbir benlik ya da ego kalmaz. Sadece Allah’a ka- vuşma vardır. Bu mertebede, “ölmeden önce ölünüz” sırrı gerçekleşir. Bu merte- beye ulaşmak için, kişide egonun izi bile olmamalıdır. İnsan, kendinden “ben” i atmak zorundadır. İşte o zaman yalnızca Hakk kalır. Bu dereceye ulaşanlar, sü- rekli ibadet halindedirler. Bu nedenle artık cüz’î iradeleri kalmamıştır. Bu durum, tıpkı mutlak hâkim ve kadir olan bir hükümdarın huzurunda bulunmak gibidir. Bu yüzden en iyi seçenek, insanın kendini tamamen o hükümdara teslim etmesi ve kendisini O’nun hizmetine adamasıdır. İşte böyle bir hikmet ve kudretin varlığın- da insan iradesi yok olur ve fena gerçekleşir. (Frager, 2003: 101)

Frager’e göre bu mertebede artık ayrı bir benlik ya da ayrı bir kimlik vurgusu yoktur. Benlik ile Hakk arasında hiçbir aşikâr sınır yoktur. Benlik tıpkı okyanusta ermiş tuz gibi olmuştur. Artık var olan tek şey Allah’tır. (Frager, 2003: 101)

Frager, nefis mertebelerini bu şekilde ele aldıktan sonra, insanın nefsi emârenin şerrinden emin olup, nefsi kâmile mertebesine çıkması için, iyi bir eği- tim süreci ve yol göstericiye ihtiyacının olduğunu ifade ederek bu faslı bitirir.

Sonuç! Bu çalışmamızda şu sonuçlara ulaşılmıştır:

Nefis, tasavvuf düşüncesinin önemli konularından bir tanesi olarak kabul edilir. Sufiler, Kur’an ayetlerinden hareketle nefsi, emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmile olarak yedi mertebede ele almışlardır.

Tasavvufun, insan nefsi ile alakalı olarak ortaya koyduğu hususlar, insanın tutum ve davranışlarını inceleyen modern psikolojinin de ilgi alanına girmiştir. Bu yüzden günümüzde hem ülkemizde hem de Batı’da psikoloji alanında yapı- lan çalışmaların bir kısmında, tasavvuftaki nefis mertebeleri konusu, psikolojinin verileriyle birlikte ele alınmaktadır. Bununla beraber İslam tasavvuf düşüncesinin nefis ilmine bakış açısı ile Batı psikolojisinin bakış açısı faklı olmuştur. Tasavvuf düşüncesinde insan, sürekli değişen ve gelişen dikey bir varlık olarak ele alınırken Batı psikolojisinde insan, ruhsal ve manevî yükseliş hedefi olmayan, değişim ve dönüşüme kapalı, statik ve yatay bir varlık olarak ele alınır. İslam tasavvufunun, insan nefsini ele alıştaki bu değişen, gelişen, dinamik ve dikey bakış açısı, Batı’da bu ilim ile uğraşanları farklı arayışlar içerisine sokmuş ve bunun sonucunda bir- çok Batılı psikolog ve araştırmacının yolu tasavvuf ile kesişmiştir.

Günümüzde, hem ülkemizde hem de Batı’da yapılan bazı çalışmalarda, ta- savvuftaki nefis mertebeleri konusu, modern psikolojinin verileri ile birlikte ele alınmıştır. Bu çalışmalardan bir tanesi de, Amerika’da, Transpersonel Psikoloji alanında Profesör olan Robert Frager’in Kalp, Nefs ve Ruh (Sûfî Psikolojisinde Gelişim, Denge ve Uyum) adlı kitabıdır. Frager ise kitabında, önce kalp, nefis ve ruhun psikolojisini ele alır, daha sonra Batılı psikolog ve filozofların nefis ile ilgili yanlışlıklarını ortaya koyar, ardından İnsandaki nefis mertebeleri ve bunların psi- kolojik tahliller üzerinde durur.

Frager’e göre sûfî psikolojisinde benlik ya da nefis, psişemizin (ruh, bilinç, maneviyat) en kötü hasmı olarak başlayan ancak paha biçilmez bir alete dönüş- türülebilecek bir unsurdur. Bu da nefsin en alt düzeyi olan ve zalim nefis olarak da adlandırılan nefs-i emmâredir. Bu nefis düzeyi, bizi manevi yoldan ayırmaya çalışan, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin koleksiyonundan ibarettir. İşte içi- mizdeki bu kötü güçler kalbimiz ve ruhumuzda muazzam acı ve ıstıraplara neden olur ve bizi sevdiklerimize zarar verecek dereceye kadar götürür. Çünkü içimiz- deki bu olumsuz temayül, arzu ve istekler yaşamımıza tıpkı bir zâlim-i mutlak gibi egemen olmaktadırlar. Bunların kökü, genellikle derin bilinçaltında yer alan egoist güdülerdir. Hala büyük ölçüde bu zâlim nefsin etkisi altında bulunan birçok Batılı psikolog, filozof ve diğer uzmanlar nefsin bu halini normal görmektedir- ler. Hâlbuki sûfî psikolojisine göre düşünce ve kavrayışın en ağır sapıklıklarının temelinde bu zâlim nefis yatar. Bu yüzden bu zâlim nefis hem kendimiz hem de başkaları için en büyük tehlike kaynağıdır. İşte İslam tasavvufu bu zalim nefsin anlaşılması ve dönüşümü için güçlü ve etkili olan araçlar sağlar.

Frager’e göre sufiler, nefsi çeşitli şekillerde terbiye etmek suretiyle ondan gelecek olan zararları asgari düzeye indirmeye çalışmışlardır. Bunlardan bir tane- si de nefis mertebelerinin her birisinin terbiyesinin bir ismi şerif ile yapılmasıdır. Frager, bu noktada nefsin her bir mertebesini ilahî isimlerden birisiyle ilişkilen- direrek konuyu ele almaya çalışır. Frager’e göre bu isimlerin tekrarı ve anlamları üzerinde tefekkür edilmesi, her bir istasyonda nefsin hastalıklarının tedavisi için etkili bir ilaç olabilir. Frager, daha sonra nefsin mertebelerini, hem tasavvufun, hem de psikolojinin verileri ile birlikte ele alır. Frager, evvela bu nefislerin duru- mu hakkında bilgi verir, daha sonra diyagram üzerinden değerlendirmeler yapar. Frager, nefis mertebelerini bu şekilde ele aldıktan sonra, insanın nefsi emârenin şerrinden emin olup, nefsi kâmile mertebesine çıkması için, iyi bir eğitim süreci ve yol göstericiye ihtiyacının olduğunu ifade ederek bu konuyu bitirir.

Farger’in ortaya koyduğu bu çalışmalardan anlaşılıyor ki, insan nefsi, daha uzun süre üzerinde çalışmalar yapılacak bir konudur. Ve bu konu günümüzde artık sadece tasavvufun değil, insanı anlama çabası olan birçok bilim dalının konusu olmaya başlamıştır. İnsanoğlunun bilimde geldiği nokta ne olursa olsun, günü- müzde yapılan çalışmalar ortaya koymuştur ki dünyada kontrolü en zor canlı in- sandır. İnsanoğlu bir taraftan uzayı kontrol altına almaya, diğer taraftan da, do- ğadaki birçok canlıyı yakalayıp kafeslerde tutmaya çalışmaktadır. Ancak bir türlü kontrol altına alıp kafeste tutamadığı kendi nefsidir. Zira terbiye edilmemiş bir nefis ne dünyevî anlamda doyuma ulaşır, ne de kontrol altına alınır. Bunun yolu ancak İslam dininin ortaya koyduğu temel esaslar çerçevesinde insanın sahip ol- ması gereken güçlü bir manevî eğitimdir. İnsanın kendinden süratle uzaklaştığı bu devirde bu mümkün mü, bunu da zaman gösterecektir.

Dr. Rashid Haake (Raşid İbrahim Haake) K.S.A. böylece bu (Nefsin mertebeleri, nefsin basamakları ve nefsin makamları) makamı metotsal uygulamalar üzerinden sevenleri/ihvanının hayatına entegre edebilmesi için farkındalık ile bilinçlilik haline ulaşmalarını istemiştir.

Sadikat (Sadıklar) yolu kurucusu Dr. Rashid Haake (Raşid İbrahim Haake) K.S.A. Kimdir?

RÂSHİD HAAKE (Dr. Râşid İbrahim Haake) K.S.A. KİMDİR?

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

DGS tercihleri başladı

HIZLI YORUM YAP