SOYKIRIMLAR & SÜRGÜNLER DOSYASI : Nazi Toplama Kampları

Nasyonal sosyalizm ya da Nazizm, faşizmin ve totalitarizmin en şiddetli biçimi olarak dahi açıklanamaz. Gerçek anlamı yalnızca III. Reich’ın dünya felsefesinde (Weltanschauung) bulunabilir. XX. yy boyunca dünyanın başka hiçbir yerinde, Nazi rejimine esin sağlayan ve bu rejimin amaçlarını belirleyen bu evren ve tarih anlayışıyla karşılaştırılabilecek bir ideoloji gelişmemiştir. İdeolojinin temeli ırkçılığa dayanır. Irk, Hitler’e göre insan varlığının merkezi ilkesi, dünya tarihinin anahtarıdır. Aşağı ırkların yok oluşu pahasına dünyaya egemen olma ayrıcalığı, kültürün taşıyıcısı ve yaratıcısı halkların oluşturduğu Ari ırkındır. Bunun için bu halkların, ihtiyaçları olan bir yaşam alanını (Lebensraum) güvence altına almaları gereklidir. Buradaki “yaşam alanı”, Alman nüfusu için gerekli olduğu düşünülen topraklardır. Hitler’in düşünceleri gayet açıktır: Almanya toprakları ari ırk için yeterli değildir, burada sıkışıp kalan Ari ırkın kurtuluşu için Doğu ülkelerinin toprakları ele geçirilmeli, burada Alman ulusu için yeni yaşam alanları oluşturulmalıdır. Sözü edilen Polonya, Ukrayna gibi ülkelerdir ve bu ülkelerin Slav kökenli halkları bu hedef doğrultusunda imha edilecektir. Bu var oluş mücadelesinde bireyler kadar etnik gruplar da kaderlerini belirleyen bir hiyerarşiye ve değerler sıralamasına göre dağılırlar. “Asalak”, “mikrop taşıyıcı”, “çürüme nedeni” gibi nitelemelerle anılan Yahudiler ise Hitler ve diğer Nazi liderlerince diğerlerinin kanını kirletip zehirleyen, onları zayıflatan, doğuştan bozucu unsurlar olmakla suçlanırlar. Çünkü nasyonal sosyalizmin toplum projesi, yani üstün bir halkın egemenliği (Herrenvolk) XIX. yy sonunda “ırk temizliği” adı altında Almanya’da gelişen bir ideolojik akımdan doğmaktadır. Oradan ırkın arılığı adına, “aşağı”, “iflah olmaz” veya “toplum dışı” olduğu düşünülen bireylerin yok edilmesi ilkesine varılmıştır. Hitler’in iktidara gelişinin daha ilk yıllarından itibaren “rejimin yerleşmesi” (Gleichschaltung) süreci, bazıları için terör ve baskı, bazıları için ise tecrit ve propaganda darbeleriyle ilerlerken, polis sistemine toplama kampı sistemi eklendi. İlk Nazi Toplama Kampları Naziler ilk toplama kamplarını rejim karşıtı Almanları hapsetmek niyetiyle kurdu ve ilk Nazi toplama kampı Münih yakınlarında, Dachau’da Mart 1933’te açıldı. Onu Berlin’in kuzeybatısındaki Oranienburg, 1936′da da Sachsenhausen kampları izledi. 1937’de Buchenwalde 1939’da yapılan Ravensbrück Kampı açıldı. Avusturya’nın ilhakından (Anschluss) sonra 1938’de Linz yakınlarında Mauthausen açıldı. Bu kamplarda siyasi muhaliflerin (çoğunlukla komünistler ama aynı zamanda sosyal demokratlar ve sendikalistler)  yanı sıra Yahudiler ve adi suçlular da toplanıyordu. Bu kampların asıl hedefi, bireyleri Nazi ideolojisine uygun biçimde yeniden eğitmekti. Bu toplama kamplarında her türlü karşı koyuş, açlık, çalıştırma ve Kapo’lar (kamp argosunda bir grup tutukluya göz kulak olmakla görevli tutuklular) sistemiyle yıldırılıp kırılmaktaydı. Bu aşamada kamplarda geçirilen süre yeterli görüldüğünde bazı tutuklular serbest bırakılabilmekteydi. O dönemde toplama kamplarındaki tutuklu sayısı henüz oldukça azdı. (1939’da 24.000): Yaşam koşulları zordu ancak tam bir cehenneme dönüşmemişti. Oysa savaş başlar başlamaz koşullar çok farklılaşacaktı. Alman işgalindeki ülkelerden kamplara getirilenlerin sayısı 1939 sonrasında hızla arttı ve Alman mahkumlar azınlıkta kaldı. Yaşamları SS’ler için hiçbir önem taşımayan Polonyalıların ve daha sonra da Sovyet esirlerin gelişiyle yaşam iyice güçleşti ve kamplara “tedrici ölüm kampları” adı verildi. 1942-1943 yıllarında durum biraz istikrar kazandı çünkü savaş ekonomisi çalışarak verimli olmasını gerektiriyordu. Artık 12 ana kampa ek olarak 165 uydu kamp kurulmuştu. Bunların tamamı 35.000′den biraz fazla görevli tarafından korunuyordu. 1944 sonbaharından itibaren tutsakların durumu kötüleşti; salgın hastalıklar özellikle tifüs, çalışmayla yıpranan ve açlık çeken esiri ölüme götürmekteydi. 1941 tarihli bir emirle, “hiçbir iz bırakmadan” ortadan kaldırılması amaçlanan direnişçiler için “Gece ve Sis” (Nacht und Nebel ) sistemi oluşturuldu. Toplama kamplarındakilerin toplam sayısını kesin olarak hesaplamak güçse de, 1939 ile 1945 arasında bu kamplara 1.650.000 insanın götürüldüğü tahmin edilir (bu istatistik, ırklarından ötürü ölüm kamplarına götürülenleri kapsamamaktadır). Bu toplamın en az 550.000′i, yani üçte biri ölmüştür (siyasi tutuklularda bu oran daha yüksektir). Toplama kampları sistemi içinde baskı ve imha arasında temel bir ayrım vardı: bir yandan, direnişçi tutukluları, Yehova Şahitleri’ni, eşcinselleri; öte yandan, Yahudileri, Çingeneleri, akıl hastalarını ayıran çizgi, işte sözü edilen bu ayrıma dayanır. Birinciler kötü muamele, zorla çalıştırma, salgın hastalıklar, sonu gelmeyen cezalar, sürekli aşağılama ve işkenceyle korkunç bir kaderi yaşadı, pek çoğu bunlardan ötürü öldü. İkinciler ise gaz odalarında doğrudan ölüme gönderildi. Nazilerin “Yahudi sorununun kesin çözümü” diye adlandırdığı olgu (Avrupa’daki tüm Yahudilerin yok edilmesi – Holokost) 1941-1944 arası uygulandı; ancak daha önce III. Reich’ın Yahudi düşmanlığı politikası çeşidi evrelerden geçti. 1939’a kadar Nazi rejiminin Alman Yahudilerine yönelik resmi çizgisinde, sosyal ve hukuki ayrımcılık (1935 Nürnberg yasaları), toplu şiddet eylemleri (1938’deki Kristal Gece) ve Yahudileri Almanya’dan sürmeyi amaçlayan bir göç politikası yer alıyordu. 1939′da Polonya’nın işgaliyle Generalgouvernement’a doğru transferler ve zorunlu göç başladı. Artık geçerli olan proje, Yahudileri sonradan atılmak üzere Lublin bölgesindeki bir tür kampta toplamaktı. Fransa’nın 1940′ta yenilmesinden sonra bir başka çözüm öngörüldü: “Madagaskar Planı”nda Hint Okyanusu’nda milyonlarca Yahudinin bir SS valisinin yönetiminde geniş bir bölgede toplanması öngörülüyordu. Bu arada zorunlu göç ve getto politikası izlendi, ilk büyük getto 1940 ilkbaharında Polonya’da Lodz’ta kuruldu (150.000 kişi). Sonbaharda bunu, en önemlisi Varşova Gettosu (440.000 kişi) olmak üzere öteki gettolar izledi. 1941 yılı bir dönüm noktası oldu, ilkbahar ve yaz aylarında üç önemli karar alındı. İlki, Rusya seferi göz önünde bulundurularak “müdahale grupları” (Einsatzgruffen) adı verilen özel harekat kuvvetlerinin oluşturulmasıydı. Bu kuvvetlerin görevi, işgal bölgelerinde Komünist Parti kadrolarını ve Yahudileri, erkek, kadın ve çocuk demeden yakalayıp yargılamadan kurşuna dizmekti. Bu kıyım başladıktan sonra altı ayda 750.000 kurban verildi. Öte yandan, muhtemelen Ağustos 1941’de, Hitler, Göring ve Himmler tarafından verilen bir talimatla Reich’ın denetiminde bulunan topraklardaki tüm Yahudilerin yok edilmesiyle Avrupa’da Yahudi sorununun kesin bir çözüme kavuşturulması emredildi. Birkaç ay sonra Wannsee Konferansı’yla (1942, Ocak) bu talimatın tüm Avrupa’da uygulanmaya konmasına ilişkin düzenlemeler yapıldı. Son olarak 1941 ’de yaratılan ölüm kamplarıyla katliam plancılarının en uygun teknik yöntemi buldukları görülüyordu. Bu, kurbanların öldürülmesi için en çabuk ve gizlenmesi en kolay yöntem; yani gaz odalarıydı. Bu tarihten itibaren ölüm kamplarında, Alman ordularının yenilgisine kadar kesin çözüm aralıksız uygulandı. Her şeyden habersiz küçük çocuklar, tıpkı birer banyo gibi inşa edilmiş bu gaz odalarına annelerinin yanında  gülerek ,oynayarak giriyorlardı. Ağlayanlar, çığlık atanlar ya da başlarına geleceklerini anladıklardan girmek istemeyenler zorla, kırbaçlanarak içeri sokuluyordu. Gazdan tasarruf etmek için mümkün olduğunca çok mahkumun gaz odasına doldurulmasına çalışılıyordu. Daha sonra Zyklon B gazı odaya salınıyor, odadaki insan sayısına bağlı olarak ölüm 7 ile 20 dakika arasında gerçekleşiyordu. Cesetler daha sonra krematoryumda yakılıyordu. Bir cesedin tamamen  kül haline gelmesi için ortalama 40 dakika gerekiyordu. Gaz odalarının beton duvarlarını bile parçalayan tırnak izleri, kurbanların son dakikalarının nasıl ıstıraplı olduğunun en açık göstergesiydi. Toplama Kamplarında Yaşam   Vagonlara çok sayıda insan doldurulması, açlık ve uzun yol yüzünden yaşlı ve hastaların çoğu daha kamplara ulaşamadan yolda ölüyordu. Tutsakların tek giyeceği, kendilerine verilen çok ince kumaştan yapılmış bir pijamaydı. Başka bir elbise verilmediğinden hem çalışırken hem uyurken günün 24 saatini bu elbisenin içinde geçirmek zorundaydılar. İç çamaşırı ise yılda bir ya da iki kez veriliyor, bunun sonucu olarak toplama kamplarında salgın hastalıklar hızla yayılıyordu. En büyük yöneticisinin Himmler olduğu Nazi toplama kampları, dış dünyadan soyutlanmaları için çoğu tahtadan ve yaklaşık 50 m. uzunluğunda, 7-10 m. genişliğinde, elektrikli tellerle çevrilmiş, gözetim kuleleri aracılığı ile sürekli gözetim altında tutulan yapılardı. Sabah yoklamaları, genel infazlar geniş bir toplanma alanında yapılıyor, çalışma grupları bu meydandan hareket ediyordu. Tutukluların çalışma saatleri yazın 4-5, kışın 6-7 arasında başlıyor; kışın akşam 17’ye, yazın ise 20’ye kadar sürüyordu. Kapoların zorbalığı ancak SS’lein zorbalığı ile sınırlanabiliyordu. Bazılarında aynı anda 70.000 kadar tutuklunun yaşadığı kamplarda uluslar, halklar, sınıflar, mezhepler birbirine karışmıştı. Kamplarda her tutsağın ait olduğu kategori, elbisenin üzerine işlenen üçgenin rengiyle ayırt ediliyordu. Siyasi tutuklular kırmızı, adi suçlular yeşil, eşcinseller pembe, Yehova Şahitleri mor, toplum dışılar siyah üçgenle tanınıyordu. Yahudilerin birinci üçgeni altında, Davut yıldızını oluşturacak biçimde ikinci bir sarı üçgen vardı. Alman olmayanların kol işaretlerine kendi ülkelerinin baş harfi basılıyordu. Kamplarda tutukluları bekleyen diğer bir insanlık dışı uygulama ise Auschwitz’de Dr. Joseph Mengele’nin cüceler ve tek yumurta ikizleri üzerindeki genetik araştırmalarıyla özdeşleşen Nazilerin tıbbi deneyleriydi. Mengele’nin hedefi saf Ari ırkı yaratacak ipuçlarını yakalayabilmekti. Deneylerin bir başka hedefi de Alman askerlerin zorlu koşullarda ne kadar yaşayabileceklerini saptamak ve bu süreyi uzatacak yöntemleri bulmak, kısacası süper asker yaratmak için yapılan deneylerdi. Örneğin düşman ateşiyle uçakları vurulan Alman pilotların Kuzey Denizi’nin buzlu sularında ne kadar süre yaşayabileceklerini bulmak için kamplardaki yaklaşık 300 mahkum içi buz doldurulmuş tanklara konulmuş, çoğu donarak yaşamını yitirmişti. Yine aynı şekilde bu pilotların yalnızca deniz suyu içerek ne kadar yaşayabileceklerini belirlemek ve deniz suyunu içilebilir hale getirmek için yapılan deneylerde Dr. Hans Eppinger tarafından deneklere yalnızca deniz suyu içirilerek  işkence yapılmıştı. Bir başka deneyde ise tüberküloz hastalığını anlayabilmek için aralarında lenf nodları çıkarılmış olan çocukların da bulunduğu yaklaşık 200 deneğin akciğerine Dr. Heissmeyer tarafından canlı tüberküloz basili enjekte edilmiş, müttefik ordularının yaklaşması üzerine geride kanıt bırakmamak için denekler asılarak öldürülmüştü. Nazi işkencelerin bir sınırı yoktu. Deneyler sırasında mahkumların yaşamı kobay farelerinden daha değerli değildi. Dr. Rascher, pilotların yüksek irtifada uçan uçaktan oksijenli ya da oksijensiz olarak atladıkları zamandaki durumlarını incelemek istiyordu. Yüksek irtifa koşullarını birebir yaratmak için inşa edilen basınç odalarına konulan 200 deneğin neredeyse yarısı, daha deney başlar başlamaz ölmüştü. Polonya’daki Auschwitz Kampı, Holokost’un simgesi olarak özel bir yer tutar. En büyük kamp olan Auschwitz hem bir toplama kampı (Auschwitz I) hem bir çalışma ve imha kampı (Auschwitz II) hem de bir çalışma kampıydı (Auschwitz III-Monowitz; IG Farben kauçuk fabrikasının yakınındaydı). Tren yollarına yakınlığının ulaşımı kolaylaştırması nedeniyle Auschwitz’e tüm Avrupa’dan 1,3 milyon insan getirilmiş, 1 milyonu Yahudi olmak üzere 1,1 milyon buradaki gaz odalarında infaz edilmişti. Buradaki mahkumları, diğer toplama kamplarından farklı olarak, kategorilere ayırmak için yapılan işaretlemeler elbiselerine değil, doğrudan vücutlarına yapılıyordu. Soykırımın doruğa ulaştığı dönemde, Auschwitz’de her gün ortalama 6.000 kişi öldürüldü. Yahudi Soykırımına İlişkin İstatistikler Altı milyon (5.700.000) Yahudi kurban sayısının ilk doğrulandığı yer,Nürnberg Duruşmaları oldu. Bu duruşmalardan itibaren tüm bilimsel tahminler 5 ile 6 milyon arasındaydı. En son ve en güvenilir hesaplama, R. Hilberg’inkilerdir ( 5.100.000). Bu toplam içinde kamplarda, özellikle de gaz odalarında ölenlerin sayısı yaklaşık 3 milyonu bulur. Kurbanların sayısı ülkeden ülkeye önemli farklar gösterir. Doğu Avrupa’da, Polonya ve Baltık Yahudilerinin yüzde 90’ı ile Ukrayna ve Beyaz Rusya Yahudilerinin yaklaşık üçte ikisi öldürülmüştür. Romanya ve Macaristan’da bu oran yüzde 50′dir. Batı Avrupa’da oranlar önemli ölçüde farklıdır: Hollanda’da yüzde 75, Belçika’da yüzde 50, Fransa’da yüzde 25 ve İtalya’da yüzde 20. Akıl Hastalarının Yok Edilmesi Günümüzde birçok insan, Nazilerin soykırım dalgasının ilk olarak Yahudilerin katledilmesi ile başladığını sanır. Çoğu da Nazilerin yalnızca Yahudileri katlettiği yanılgısındadır. Oysaki Nazi soykırımının ilk kurbanları bizzat Almanlar, daha doğrusu ari ırkın saflığına tehdit olduğu düşünülen özürlü ya da akıl hastası olan Almanlardır. 1930’lu yıllarda Nazi Almanyası’nda “değersiz yaşamlar”a son verilmesini savunan teoriler gelişti. 14 Temmuz 1933’te bu teorileri yaşama geçirmek amacıyla “Kalıtsal Hastalığa Sahip Çocukların Engellenmesi Yasası” çıkarıldı. 1939′da ise Hitler, “akıl hastalarının yaşamaya değmeyen hayatlarına” son vermek amacıyla “ötanazi“ uygulanması emrini verdi. T4 koduyla gizlenen işlemde, hastalar seçilip bulundukları akıl hastanelerinden yok etme merkezlerine gönderiliyordu. Özürlü doğan bebekler ya da özürlü çocuklar, doktorlar tarafından verilen ölümcül dozda ilaçlar ile öldürülüyordu. Nazi propagandaları ile beyinleri yıkanan doktorlar, bu görevi kutsal bir emri yerine getiriyormuşçasına adeta bir görev bilinci içinde yapıyorlardı. Almanya’nın her tarafına yayılmış altı ötanazi enstitüsü vardı. Buralarda hastalar gaz odalarında öldürüldükten sonra, bir krematoryumda yakılmaktaydı. İki yıl içinde 70.000 kişi bu şekilde yok edilmişti. Başını Münster Piskoposu Clemens August Graf von Galen’ın çektiği çok sayıda Katolik ve Protestan din görevlisinin protestosu karşısında Hitler, Ağustos 1941’de işlemin durdurulmasını emretmek zorunda kaldı. Yine de akıl hastalarını tek tek öldürme uygulaması toplama kamplarında sürdürüldü ve 1941 ile 1945 arasında bu yoldan 30.000 kişi yok edildi. Çingenelerin Yok Edilmesi Çingeneler de Naziler tarafından ayrıntılı bir şekilde planlanıp yürütülen bir soykırımın kurbanı oldu. Hitler, Yahudiler kadar onlardan de nefret ediyordu. Daha 1936 yılında, Sağlık Bakanlığı Irk Araştırmaları Bölümü görevlisi Eva Justin, Çingeneleri ari ırkın saflığı açısından en büyük tehditlerden birisi olarak değerlendiriyor ve yok edilmelerini tavsiye ediyordu. 14 Aralık 1937’de çıkarılan bir yasayla Çingeneler “iflah olmaz suçlular” kategorisine dahil edilerek Alman toplumundan soyutlanmaya başladı. Çingenelerin yok edilmesi için Buchenwald kampında özel bir bölüm oluşturuldu. Diğer taraftan, Çingene olmayan erkeklerle evlenen Çingene kadınlar için de zorla kısırlaştırma politikası uygulamaya konuldu. Bu amaçla Düsseldorf-Lierenfeld’teki bir hastanede kısırlaştırılacak kadın hastaların üreme organları cerrahi müdahale ile kesildi. Korkunç acılar içinde gerçekleşen bu operasyonlar sırasında özellikle hamile kadınların çoğu öldü ya da bilinçli olarak ölmesine zemin hazırlandı. Çingenelerin toptan imhasına da tıpkı Yahudilerde olduğu 1941 yılında başlandı. Böylece Polonya, SSCB, Macaristan, Yugoslavya ve Batı Avrupa Çingeneleri kitleler halinde katledildi. Kurbanların toplam sayısını kestirmek oldukça güçtür. Soykırım öncesi Almanya sınırları içinde yaşayan yaklaşık 34.000 Çingenenin neredeyse tamamı öldürülmüştür. Einsatzgruppen raporlarına bakarak, Nazi işgali altındaki bölgelerde bu sayının 250.000-3000 olduğu tahmin edilmektedir. Bu, 1939′da Avrupa’da yaşayan Çingene nüfusunun üçte biridir. Joseph Tenenbaum gibi bazı tarihçiler ise Naziler tarafından öldürülen çingenelerin sayısının 500.000’e kadar çıkabileceğini iddia etmektedir.