DOLAR

34,2821$% 0.04

EURO

37,3293% 0.15

STERLİN

44,5339£% 0.15

GRAM ALTIN

3.069,38%-0,04

ONS

2.783,92%-0,11

BİST100

9.006,55%0,68

Hasan Sabbah (1054-1124)

Nizârî-İsmailî Devleti’nin kurucusudur. Büyük Selçuklu Devleti’nin baş edemediği örgütü ve eylemleriyle dehşet saçmış, aralarında meşhur Nizamülmülk’ün de bulunduğu devletin ileri gelenlerini, kendilerine özgü metotlar ve suikastlarla öldürtmüştür. Kurduğu örgütü ve kendine bağlı adamları bağlılıklarıyla dikkatleri üzerlerine çekmişlerdir. Selçuklular kendisi ile mücadeleyi devlet politikası haline getirdikleri halde yaşadığı süre boyunca onunla baş edememişlerdir. Risâle-i Nur’da, Afyon Mahkemesi’nde savcının iddianamesi vesilesiyle ismi anılmaktadır. Künyesi Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyn bin Muhammed es-Sabbah şeklindedir.

Hasan Sabbah’ın 1054 tarihinde Kum kentinde doğduğu rivayet edilmektedir. Eserinde verdiği bilgilerle, soyunu Yemen’de hüküm sürmüş olan Himyeri krallığına dayandırmıştır. İfadelere göre babası Yemen’den Küfe’ye göç etmiş, buradan Kum ve Rey şehrine geçmiştir. Ancak, Himyeri asıllı olduğu iddiası tartışmalıdır. Bunun dışında Rey şehrinde doğduğunu nakledenler de vardır.

Hasan, ilk derslerini babasından aldı. Baba, oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi. İlmi birikimi olan babası kelam, mantık, felsefe, fıkıh ve riyaziyat alanında önemli bilgileri kendisine verdi. Hasan’ın, Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizamülmülk ile arkadaş olduğu ve aynı hocadan ders aldıkları tarzındaki bilgiler, söz konusu şahısların doğum tarihleri göz önüne alındığında yakın bir ihtimal olarak görülmemektedir. Bu bilginin dışında, arkadaş oldukları halde sonradan aralarının bozulduğu, Hasan Sabbah’ın Nizamülmülk’ün desteğiyle sarayda görev aldığı da nakledilmektedir.

Yaşı ilerledikçe ilme merakı artan Hasan, eğitim amacıyla Rey şehrine gitti. Ailesinin etkisiyle, Şiiliğin İmamiyye itikadına bağlı olmakla birlikte, daha sonra Fatımî müntesiplerinin etkisiyle İsmailiyye mezhebine bağlandı. Bir süre sonra Rey şehrinden ayrılarak İsfahan’a gitti. Burada iki yıl kadar kaldı. Daha sonra Azerbaycan, Musul, Sincar, Meyyafarikin (Silvan), Rahbe, Dımaşk, Sayda, Sur ve Akka şehirlerini gezdi. Akka’dan Mısır’a geçti. Kahire’de Fatımî halifesi ile görüştü. Halife kendisine yakın ilgi gösterdi. Bu arada dolaştığı beldelerde İsmaili itikadını yaymaya çalıştı.

Hasan Sabbah, Fatımî Halifesi Müntazır Billah’tan sonra gelişen veliaht tayin işlerine müdahale etmeye kalkışınca yöneticilerle arası açıldı. Hasan Sabbah, ölen halifenin yerine oğlu Nizar’ın geçmesini istiyor ve İmamet’in bu soydan devam etmesi gerektiğini savunuyordu. (Mustafa Öz, “Haşîşiyye”, TDVİA). Oysa ki Nizar, babasının yerine halife olamadı. Onun yerine küçük kardeşi Müsta’li halife oldu. (Hasan Sabbah ve müntesipleri halife adayı olarak Nizar’ı isteyip destekledikleri için kendilerine “Nizârî”-İsmailî denmeye başlanmıştır.) Hasan Sabbah ise, yaptığı muhalefetten ötürü önce tutuklandı, arkasından da ülkeden çıkartıldı. İskenderiye üzerinden deniz yoluyla Mısır’dan ayrıldı. 1081 yılında İsfahan’a vardı. İran’ın muhtelif şehirlerini dolaşarak yıllarca Batınilik’i yaymaya çalıştı. İran’ın kuzey taraflarındaki dağlık bölgelerde yaşayan ve devletten bağımsız, kendi başlarına buyruk olan savaşçı bir kavimle yakın temasa geçti. Adamları vasıtasıyla giriştiği faaliyet sonucu buradakileri kendine bağlamayı başardı. Bu arada bölgede yaşayan halkı da önemli ölçüde etkiledi.

Hasan Sabbah’ın faaliyetlerinden önce, Şii Fatımî Devleti ile Abbasi halifeliğine taraftar ve destekçi olan Selçuklu Devleti arasında siyasi ve fikri mücadeleler meydana gelmişti. Ancak, askeri üstünlüğe sahip olan Selçuklulara karşılık bu alanda mücadele veremeyen Fatımîler mağlup olup toprak kaptırmışlardı. Fikri alanda üstünlük kurmak isteyen Fatımîler, propaganda yoluyla karşı mücadele vermek için Darü’l-Hikme adlı kurumları oluşturmuş ve buradan yetişen kişileri Selçuklu topraklarına gönderip kendi fikri düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Buna karşılık Selçuklu yönetimi de Nizamiye medreselerini kurmak suretiyle fikri yönden de onlara karşılık vermiştir. Hem askeri hem de fikri yönden başarılı olamayan Fatımî Devleti’nin Büyük Selçuklu Devleti ile mücadele edebilmesi için söz konusu faaliyetlerinden farklı yeni bir yöntem gerekmekteydi.

Hasan Sabbah’ın uygulamış olduğu mücadele tarzı hem diğerlerinden farklıdır hem de Selçuklular üzerinde daha fazla etki yapmıştır. Hasan Sabbah’ın mücadelesinde ve uyguladığı yöntemlerde başarılı olmasının ve devletin güvenliğini bozmasının en önemli sebeplerinin başında, Selçuklu Devleti’nin yapısını iyi bilmesi, zayıf ve kuvvetli yanları hakkında iyi bir fikre sahip olması gelmektedir. İyi eğitimli ve akıllı biri olan Hasan Sabbah, sahip bulunduğu bu bilgileri üzerine yeni metodunu inşa etti.

Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasi ve sosyal düzenini hedef alan Hasan Sabbah’ın mücadele metotlarının orijinal yönleri şu şekilde sıralanabilir:

  1. a) Selçuklu Devleti’nin muhalifi olan Fatımî Devleti’nin yürüttüğü mücadele dışardan bir müdahale idi ve bununla mücadele etmek daha kolaydı. Hasan Sabbah ise mücadeleyi Selçuklu ülkesine taşımıştır. Dolayısıyla içerden yapılan bu yeni duruma karşı Selçuklu yönetiminin yaptığı mücadelenin başarı şansı, öncesine göre çok daha zor olmuş ve Hasan Sabbah ile girişilen uzun süreli mücadele başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
  2. b) Hasan Sabbah’ın ülke içinde yaptığı mücadele metodu da farklı olmuştur. Öncelikle alınması zor kaleler elde edildikten sonra buralara yerleşilmiş ve Hasan Sabbah’ı ele geçirmek imkansız hale gelmiştir.
  3. c) Hasan Sabbah ve müntesiplerinin başvurduğu yeni bir yöntem de suikast ve suikastlarda kullanmış oldukları hançerleme olayı olmuştur. Kendilerine karşı mücadele veren, gelişmelerine engel olmaya çalışan Selçuklu Devleti’nin askeri ve sivil idarecilerini, “fedai” adlı kimselerin suikastlarıyla hançerleyerek öldürmeleri yoluna gitmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketleriyle, doğrudan devletin düzenini yıkmayı hedeflemişlerdir. Ancak, bu saldırılarında Selçuklu hanedanını hedef almamış olmaları da dikkat çekmiştir. (M. Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, 2. Bsk., Ankara, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Basımevi, 1982. s. 208-209).

Kendine bağladığı güçlerle devlet için tehlike teşkil etmeye başlayan Hasan Sabbah’ın faaliyetleri Selçuklular tarafından dikkatle izleniyordu. Son gelişmeler üzerine Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın tutuklanması emrini verdi; ancak bu mümkün olamadı. Sabbah, önce Kazvin’e ve oradan da meşhur Alamut Kalesi’ne giderek buraya yerleşti. Alamut Kalesi’ni karargah yaptı. Akabinde 1090 yılında Nâzirî-İsmaili Devleti’ni kurdu. Sığındığı kalenin ele geçirilmesini önlemek için yeni savunma tedbirleri aldı ve uzun süre kendilerine yetecek miktarda yiyecek stokunu sağladı.

Hasan Sabbah, bir süre daha Fatımilerle ilişkisini devam ettirdi. Fatımiler ikiye ayrıldıktan sonra imam olarak Nizar’ı destekledi ve adına hutbe okuttu. Kendi akidesini müritlerine öğretmeye başladı. Kendilerine karşı olanların öldürülmesinin dini bir vazife olduğu inancını aşıladı. Müritlerinin eğitimini kendisi üstlendi. Bunların eğitim ve öğretime tabi tutulmalarından çok, imamın rehberliğini ön plana çıkardı. İmamların masumiyetinden hareketle, her devirde bunların rehberliğine ihtiyaç olduğu, dini meseleler için aklın yeterli olmadığını, Allah’ı iyi tanımak için imamların yardımına gereksinim olduğunu bildirdi.

Dine davet eden ve “dai” olarak adlandırılan adamları vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürdü. İnsanları etkilemek için farklı yöntemlere başvurdu. Böylece Batınilik Hasan Sabbah’ın şahsında yeni bir kimlik kazandı. Dailer önceleri insanları, masum imam adına davet ederken, yeni bir gurup ortaya çıkmaya başladı. Sabbah’a bağlı bu gurup “Haşşaşin” adıyla anılmaya başlandı. Liderlerine olan bağlılıkları haşiş (esrar) içmiş gibi gözü kapalı kabullenmeden ötürü bu isimle adlandırıldıkları belirtildiği gibi, gerçekten de bunlara söz konusu uyuşturucunun verildiği de iddia edilmiştir.

Hasan Sabbah’ın adamlarına Cennet vaat ettiği ve bu Cenneti dünyada da yaşamaları, mutluluğu tatmaları için esrar içirttiği ve bu yolla her türlü emrini yerine getirttiği ifade edilmektedir. Dini mahiyetten çok siyasi bir örgüt gibi çalışarak, fikirlerini zorla kabul ettirme yoluna gitti. Çıkardıkları olaylarla insanlar arasında dehşet saçmaya başladı. O zamana kadar görülmemiş bir tarzda, devletin en üst kademesinde bulunanlara varıncaya kadar, kendilerine özgü metotlarla suikast girişiminde bulunuldu.

Alamut’u (kelime anlamı kartal yuvası) aldıktan sonra, Fatımî Devleti’nin halifesi değil de desteklediği Nizar adına hutbe okutan Hasan Sabbah, Mısır ile olan alakasını tamamen kesti. Suikastlarda kullandırttığı “hançer”i adeta dini bir vecibe haline getirdi. Kurmuş bulunduğu yeni ekol de “Nizârîlik” olarak anılmaya başlandı. Hasan Sabbah, kurucusu bulunduğu ve temsil ettiği Batınî akidesine bağlı Nizârî-İsmailî hareketinin yayılması, daha kolay anlaşılması ve kabul edilmesi için, esasları bizzat kendisi tespit edip uygulamaya sokmasıyla da yeni bir eylem icra etmekteydi. Bu özelliği ile de orijinal bir hareket olarak telakki edildi. (Köymen, age. s. 210)

Hasan Sabbah’ın Büyük Selçuklu Devleti’nin merkezine pek uzak olmayan Alamut kalesini alması, burayı ele geçirmek için yaptığı dikkat çekici faaliyetler, onun planlı ve bilinçli hareket ettiğini de göstermekteydi. Alamut kalesi Selçukluların elinde olup Sultan adına korunmakta idi. Mısır’daki Fatımî idarecileriyle arası bozulan ve İran’a dönen Hasan Sabbah, 1081 yılından itibaren kaleyi eline geçirmek için, bütün faaliyetlerini bu amaç için yürüttü. Amacına ulaşmak için civar bölgelere gönderdiği “dailer” vasıtasıyla taraftar kazanmaya yöneldi. Halkı kendi tarafına çekmeye çalıştığı gibi, bölgede bulunan kale komutanlarını da kendi tarafına çekmek için yoğun bir şekilde çalıştı. Bu çalışmaların neticesinde Alamut kalesi komutanını elde etmeye muvaffak oldu.

Alamut kalesine girmeyi başaran Hasan Sabbah, çok kısa bir süre sonra kale komutanını kovdu. (1090) Ayrıca, başka bir kale komutanını da elde etmek için yüklü miktarda dinar gönderdiği ve adeta kaleyi satın aldığı da nakledilmiştir. 1090 yılında Hasan Sabbah’ın eline geçen, Selçuklular tarafından bir türlü ele geçirilemeyen, 1256 yılındaki Moğol istilası ve işgaline kadar elde tutulan Alamut kalesi, Batınî hareketinin merkezi haline geldi. Dışardan müdahalelerle alınması adeta imkansız sarp bir bölgede bulunan savunmaya çok elverişli bu kaleyi, çok önceden Hasan Sabbah’ın almayı tasarladığı büyük bir ihtimal dahilindedir.

Hasan Sabbah’ın faaliyetlerinin Selçuklular tarafından takip ve izlenmesi, Alamut kalesinin alınmasından sonra değil, aksine çok daha öncesinden başlamıştır. Hasan Sabbah ve yandaşlarının faaliyetlerini düzeni bozucu olarak kabul eden Selçuklu idaresi, bunları şiddetle takip etmiş ve en sert tedbirleri almaktan da geri kalmamıştır. Buna rağmen, Hasan Sabbah, Selçuklu Devleti’nin en güçlü olduğu bir dönemde; zekası, planlı hareketi ve teşebbüs yeteneğiyle en sarp kaleyi almaya muvaffak olmuş ve böylece kendisi ile yapılacak mücadeleyi zorlaştırmıştır. (Köymen, age., s. 211)

Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın faaliyetlerini yakından takip ettirmiş ve yazmış bulunduğu “Siyasetnâme” adlı eserinde de konuyu işlemiştir. Eserinde, Hasan Sabbah’ın zararlı faaliyetlerine dikkat çeken ünlü vezir, Batınî hareketine de geniş yer vermiştir. Siyasi yönden tedbir almaya çalışan devlet, bu şekilde fikri yönden de tedbir alma yönüne gitmiş, Sünni anlayışa aykırı bu cereyana karşı fikri yönden de mücadele vermiştir.

Hasan Sabbah’ın yakalanması ve etkisiz hale getirilmesi için Rey şehri idarecisine emir veren Nizamülmülk, 1081 yılından itibaren kendisini takibata aldırdı. Takip edildiğini bilen Hasan Sabbah, yakalanmamak için sürekli yer değiştirdi, şehirden şehre dolaşarak izini kaybettirmeye çalıştı. İlk başlarda devlet idaresi, sadece Rey şehrine emir göndermekle yetinmiş, diğer vilayetlere yakalanması emri vermemişti. Hasan Sabbah, bir taraftan devletin takibatından kurtulmaya çalışırken, diğer taraftan da gittiği yerlerde propagandasını yapmaktan da geri kalmadı. Böylece, yakalanması için alınan tedbir yeterli olmadığı gibi, Sabbah’ın faaliyetlerini yaymasına da engel olunamadı.

Alamut kalesine yerleşen Hasan Sabbah, burayla yetinmedi. Yine Alamut gibi sarp kaleleri ele geçirmek için teşebbüslerde bulunurken savunma tertibatlarını da arttırdı. Selçuklu yönetimi, ilk önce olayı devlet problemi olarak ele almamış, bölgede ikta sabihi olan Yoruntaş’ın vereceği mücadeleyle iktifa etmişti. Yoruntaş, Alamut kalesini uzun süre baskı altında tutmuş, burada yaşayanları büyük sıkıntılara maruz bırakarak ümitlerini bazen yitirme noktasına kadar getirmiş, birçok kişiyi öldürmüş ve mallarını yağma etmişti. Bütün bu baskılara rağmen Hasan Sabbah teslim olmamış ve adamlarıyla birlikte dayanmaya devam etmiştir.

Hasan Sabbah, elinde bulundurduğu Alamut kalesini teslim etmeyerek güneydeki Kuhistan bölgesine el attı. Özellikle halktan elde ettiği taraftarlarla siyasi ve sosyal düzen için büyük tehlike oluşturmaya devam etti. Durumun giderek ciddiyet arz ettiğini gören Selçuklu Sultanı Melikşah, olayı devlet meselesi olarak ele almaya başladı. Arslantaş adlı komutanına görev veren Melikşah, Kuhistan bölgesinde bulunan Batınîleri yok etmesini istedi. Olay, böylece ilk defa kapsamlı bir şekilde ele alınmış oldu.

1092 Mayıs ayında Alamut kalesini kuşatmaya başlayan Arslantaş da bir netice elde edemedi. Çevre kalelerden elde ettiği kuvvetlerle bir gece baskını düzenleyen Hasan Sabbah, Selçuklu komutanını mağlup ederek onu geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu arada Kuzistan bölgesinde de Kızıl Sarıg adlı Selçuklu komutanı Batınîlere karşı harekete geçmişken Melikşah’ın vefat haberi üzerine savaşlar durmuştur. Böylece Selçuklu Devleti’nin giriştiği bu faaliyetler de sonuçsuz kalmıştır.

Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümü ve bu arada İslam dünyasına yönelik başlayan Haçlı seferleri, Hasan Sabbah’ın daha da güçlenmesine uygun bir ortam sağlamıştır. Hasan Sabbah ve Batınî hareketine karşı harekete geçen diğer bir Selçuklu Sultanı Mehmed Tapar’dır. Sultan, iktidara geldikten sonra ilk seferini Isfahan üzerine gerçekleştirmiş, civar bölgelerde bulunan Batınîler üzerine yürümüştür. Sultan, Batınîlerin elinde bulunan Şahdiz kalesini almaktan öte bir başarı elde edememiştir. Bu hareket sırasında, Batınîler sekiz yıl boyunca kuşatma altında tutulmuş, kalelerin çevresinde ektikleri mahsuller yok edilmiştir. Yine Alamut kalesi üzerine harekete geçen Enuştekin Şir-gir, kaleyi tam ele geçireceği sırada Sultan Mehmed Tapar’ın ölümünü haber almış ve ordusu dağılmıştır. Böylece bu hareket de sonuçsuz kalmıştır.

Hasan Sabbah’ın adamlarıyla mücadele, Melikşah tarafından devlet politikası haline getirilmiş, ilmi noktada mücadeleyi sağlamak için Nizamiye medreseleri vasıtasıyla Sünniliğin takviye edilmesine ve batıl inançlarla bu şekilde mücahede yoluna gidilmesine çalışılmış ise de, Hasan Sabbah’ın faaliyetleri durdurulamamış, suikastlarına de engel olunamamıştır.

Sultan Sancar döneminde de Batınîlik’e karşı mücadele devam etmiştir. Ancak, Sancar tahta çıkmadan evvel Batınîlere karşı göstermiş olduğu cesareti ve hareketliliği, Sultan olduktan sonra gösterememiştir. Sancar’ın sultan olduktan sonra Batınîlere karşı daha pasif bir politika izlemesi ve üzerlerine şiddetle gitmemesi şu şekilde izah edilmiştir:

Selçuklu sultanının kendisine karşı harekete geçmesinden korkan Hasan Sabbah, buna engel olmak için harekete geçmiştir. Sultan’ın sarayına kadar sızan Hasan Sabbah, Sultan’ın hizmetinde çalışan bir kadını elde etmeye muvaffak olmuştur. Söz konusu kadın aracılığıyla, bir gece Sultan Sancar’ın yatağının başına bir hançer saplatmıştır. Eylemi gerçekleştirdikten sonra, Sultan’a haber yollayarak kendisine muhabbeti olduğunu, aksi takdirde o hançeri yumuşak göğsüne saplamanın daha kolay olduğunu belirtmiştir. Bu olayla bağlantısı kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte, daha sonraki dönemde, Batınîlerle mücadelenin gevşediği ciddi bir şekilde gözlemlenmiştir. Ayrıca, Sultan’ın, Hasan Sabbah ve adamlarına karşı müsamahalı davrandığı Abbasi halifesi tarafından dile getirilmiş ve eleştiri konusu yapılmıştır. (Köymen, age., s. 216).

Hasan Sabbah ve sonrasında Batınîlerin eylemleri devam etmiş, kendilerine muhalif olan, karşı mücadele için hareket emri veren devlet idarecilerine karşı suikastlara devam edilmiş ve hemen hemen bir çoğu öldürülmüştür. Böylece, devlete karşı siyasi ve askeri bir hareket yerine, ferdi eylemler halinde gerçekleşen gizli suikastlarla amaçlarını gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir.

Hasan Sabbah’ın başını çektiği Nâzirîlerin suikastlarla gerçekleştirdikleri eylemlerde ilk kurban; kendilerine karşı hem askeri hem de fikri yönden mücadele vermiş bulunan ünlü vezir Nizamülmülk olmuştur. Suikastın gerçekleştiriliş şekli, önceden planlandığını akla getirmiştir. Selçuklu sultanından sonra en önemli makamda bulunmakta olan Vezir’in huzuruna, bir dilekçe verme bahanesiyle, sufi kılığında bir şahıs girmiştir. Kendisinden şüphelenilmeyen Batınî akideli şahıs, sözde dilekçeyi vereceği sırada veziri hançerleyerek öldürmüştür. (1092)

Batınîlerin ilginç bir şekilde öldürdükleri Selçuklu vezirlerinden birisi de Kaşanî’dir. Çünkü, Kaşanî kendilerine karşı mücadele vermiş ve onları zor durumda bırakmıştır. Veziri ortadan kaldırmayı üstlenen iki fedai, vezirin atlarının barındırıldığı tavlasına hizmetçi olarak girmişlerdir. Bunlar sözde atların seyisi olarak çalışmaya başlamışlar ve dindar geçinerek göze girmeyi başarmışlardır. Vezirin güvenini kazanmayı başaran fedailer için fırsat, Nevruz dolayısıyla doğmuştur. Sultan Sancar’a Nevruz vesilesiyle hediye edeceği atı seçmek üzere ahıra giden Vezir, atları gözden geçirdiği sırada bu fedailer tarafından yine hançerlenerek öldürülmüştür.

Melikşah’ın ölümünden sonra Selçuklularda taht kavgaları başlarken, haçlı seferlerinin düzenlenmesiyle birlikte Müslümanların yaşadığı bazı bölgeler istilaya uğramıştır. Bu yeni durum Hasan Sabbah’ın işine yaramıştır. Fırsatı değerlendirerek faaliyetlerine hız vermiş, önemli bazı kaleleri ele geçirmek suretiyle konumunu güçlendirmiştir. Bu arada propaganda faaliyetlerine de hız vermiş, ayrıca, Selçuklu ordusuna sızmak suretiyle taht kavgalarına fiili olarak dahil olmuştur.

Hasan Sabbah’ın adamlarının toplum içine saldıkları korku sonucunda, din ve devlet adamlarını herkesin gözü önünde öldürmeleriyle devletin ileri gelenleri elbiselerinin altına zırh giymeden sokağa çıkamaz olmuşlardır. Selçuklular ve Hasan Sabbah arasındaki mücadele uzun süre devam etmiş, bazen netice alınacak duruma gelinmişse de sonrasındaki gelişmeler yüzünden, Alamut Kalesi elde edilemediği gibi, Hasan Sabbah da ele geçirilememiştir.

Hasan Sabbah ve adamları, siyasi rakiplerini öldürmekle yetinmeyerek, bütün cemiyeti etkileyecek bir faaliyetin içine girmişlerdir. Kurulu siyasi ve sosyal düzeni çökertmek için tepedekileri hedef almışlar ve halkı da kendi taraflarına çekmek için özellikle inanç noktasında yoğun bir propagandayı yürütmüşlerdir. Halkı ikna etmeye çalışırken kendi akidelerini aktarırken gerektiğinde halka karşı da zor kullanmaktan ve şiddete başvurmaktan çekinmemişlerdir.

Batınî hareketinin en büyük zararı; toplumun Batınî olanlar ve olmayanlar şeklinde iki düşman kampa bölünmesine neden olmasıdır. Taraftar olanlar devlet idaresi tarafından, karşı olanlar da Batınîler tarafından her an öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Devlet yönetimi, görüldükleri yerde Batınîleri öldürme politikasını güderken, Batınîler de kendilerine karşı olan herkesi ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir.

Halk arasında ikilik meydana geldiği gibi, Devlet teşkilatında da büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Gerek sivil gerekse askeri teşkilat içinde belli makamlara gelmek isteyenler, rakiplerinin ayağını kaydırmak ve kendilerine ortam sağlamak için, söz konusu kişileri Batınî olmakla itham etmişler ve bunların Devlet gücüyle ortadan kaldırılmalarına zemin hazırlamışlardır. Buna benzer bir gelişme Kirman Selçukluları’nda yaşanmıştır. Batınî olmakla itham edilen, dönemin din ve ilim çevrelerince azline hükmedilen hükümdarları İranşah tahtını kaybettiği gibi, arkasından da öldürmek suretiyle hayatını kaybetmiştir.

Bütün bu gelişmeler Selçuklu Devleti’nin siyasi ve içtimai hayatını alt üst etmiş ve önemli ölçüde istikrarsızlığa yol açmıştır. Alınan tedbirler istenilen amacı gerçekleştirememiş, daha sonraki dönemde halkın devlet ile birlikte eyleme geçmesi, Batınîlerin toplu bir şekilde öldürülmeleriyle neticelenmiştir.

Hasan Sabah, 1124 yılına kadar Alamut Kalesini elinde tutmaya ve faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. Birçok bilim dalında önemli birikime sahip olması, teşkilatçılığı, kurduğu düzenli örgütü ile dehşet saçan bir duruma gelmiştir. 1124’de Alamut Kalesinde ölmüştür.

Buraya kadar Hasan Sabbah’ın çok büyük zararlara sebep olduğu, toplumun sosyal ve siyasi düzenini sarstığı aktarıldı. Ancak, bütün bunların yanında; söz konusu iddiaları reddeden ve özellikle günümüzde Hasan Sabbah’ı büyük bir kahraman olarak ileri sürenler de mevcuttur.

Hasan Sabbah’ı hatırlatan ilginç bir gelişme ise, Bediüzzaman’ın yargılanması sırasında yaşanmıştır. Bediüzzaman’ın maruz kaldığı ilginç olaylardan bir tanesi Afyon savcısının iddiasıdır. Bediüzzaman ömür boyu Peygamber Efendimizin sünnetini ihya etmeye, bizzat bunu hayatına tatbik ederek yaşamaya çalışmasına, Sünnilik konusunda büyük hassasiyet göstermesine rağmen savcının iddiasına akıl erdirmek mümkün değildir. Çünkü, iddiaya göre, Hasan Sabbah Ehl-i Sünnet’e karşı giriştiği siyasi faaliyetiyle nasıl siyasi sarsıntıya yol açmışsa, Bediüzzaman da benzer bir siyasi sarsıntı meydana getirmek istemektedir. Savcının bu asılsız iddialarına karşılık Bediüzzaman, mahkemeye verdiği savunmasında, kendi şahsına yönelik on beş sayfadan oluşan iddianameye, iddiacının seksen bir yanlışını ortaya koyarak karşılık vermiştir. (Şualar, 1994, s. 351-369)

 

 

Dr. ABDÜLNASIR YİNER

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Küreselleşme : Hayaller, Mitler, Kavgalar

HIZLI YORUM YAP