34,2883$% 0.08
37,2164€% 0.3
44,6389£% 0.06
3.067,53%0,37
2.781,77%0,26
8.953,29%0,08
AKP’nin 14 yıllık iktidarını hiç bu gözle okumadınız…
Bugün Türkiye’de yaşanan sosyal ve siyasal sorunların kaynağını, Anadolu’nun Araplaşması sorunundan bağımsız olarak anlayamayız. Türkiye’de yaşanan sosyal ve siyasal sorunların kaynağında önemli bir ölçüde ekonomik etkenler ve kapitalizm sorunu yer alsa da, Anadolu’nun Araplaşması sorunu olarak adlandırabileceğimiz geniş çaplı kültürel bir sorunun da ve bu bağlamdaki kültürel kimlik sorununun da, yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların oluşmasında çok önemli bir etken olduğunu söyleyebiliriz.
Şu bir gerçek ki, Arap kültürü Anadolu kültürünü yaklaşık 1000 yıldır asimile etmeye çalışmaktadır. 20. ve 21. Yüzyılda İslamcı siyaset tarafından “Milli Görüş” olarak halka büyük bir yalanla sunulan şey de aslında, “Sünni-Arap Görüş”ten başka bir şey değildir ve Anadolu kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir bakış açısıdır.
ANTİK ÇAĞ’DA ANADOLU
Anadolu’nun kültür tarihi İslam tarihinden çok daha eskidir. M.S. 7. Yüzyılda ortaya çıkan İslam dininden çok önce, Anadolu’da çok önemli uygarlıklar yaşamıştı.
Anadolu’daki en eski yerleşim birimi Çatalhöyük’tür. M.Ö. yaklaşık 7000 yılında kurulduğu tahmin edilen bu kent aynı zamanda yeryüzündeki en eski kentler arasında yer alır ve yerleşik düzene geçişin en eski örnekleri arasında sayılır.
Daha sonra Anadolu’da, günümüzde ağırlıklı olarak Irak sınırları içinde kalan Mezopotamya’daki uygarlıkların uzantısı olarak, Dicle ve Fırat nehirlerinin olduğu bölgelerde, günümüzdeki Güneydoğu Anadolu bölgesinde, yaklaşık olarak M.Ö. 6500-M.Ö. 2000 yılları arasında, Sümer uygarlığı yaşamıştı. Sümer uygarlığının merkezi Anadolu değildi, günümüzdeki Irak topraklarının olduğu bölgeydi, ancak yine de, Anadolu’nun bir parçasında da uzantıları mevcuttu. İnsanlık tarihinde yazının icadı, ilk edebiyat eserinin yazımı, astronomi, matematik ve tıp alanında ilk araştırmaların yapılması, ilk kent-devletlerinin kurulması, Sümer uygarlığı tarafından gerçekleştirilmiştir.
Daha sonra, yaklaşık olarak M.Ö. 2500-M.Ö. 600 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’da, yine Mezopotamya (günümüzde Irak) uygarlıklarının bir uzantısı olarak Asur uygarlığı, yaklaşık olarak M.Ö. 1600-M.Ö. 1100 yılları arasında İç Anadolu’da Hitit uygarlığı, yaklaşık olarak M.Ö. 800-M.Ö. 600 yılları arasında Doğu Anadolu’da Urartu uygarlığı yaşamıştır.
Yaklaşık olarak M.Ö. 800-700 yılından itibaren de, Batı Anadolu’da Antik Yunan uygarlığı yeşermeye başlamış, bu uygarlık daha sonraki yüzyıllarda Anadolu’nun neredeyse tamamına yayılmıştır. Bu dönemde Anadolu’da bilim, felsefe ve sanat alanında çok önemli gelişmeler yaşanmış, bu gelişmeler genel olarak insanlık ve uygarlık tarihini derinden etkilemiştir. Bu dönemde Anadolu, yaklaşık 650 yıl boyunca, ileri uygarlık seviyesi bağlamında, altın çağlarından birisini yaşamıştır. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Anaksagoras, Herakleitos, Leukippos, Epikuros, Herodotos, Hippokrates, Pitagoras, Homeros gibi filozoflar, bilim insanları ve yazarlar bu dönemde Batı Anadolu’da ve Batı Anadolu’nun kıyısındaki adalarda yaşamışlar, bilim, felsefe ve sanat tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Antik Yunan uygarlığının üzerine inşaa edilen ve yaklaşık olarak M.Ö. 150 yılından itibaren Anadolu’ya hakim olan erken dönem Roma uygarlığı da, özellikle hukuk, sanat ve mimarlık alanında, Anadolu’ya ve genel olarak insanlık ve uygarlık tarihine, önemli katkılarda bulunmuştur.
ANADOLU’DA HIRİSTİYANLIK, İSLAM VE TÜRKLER
Yaklaşık olarak M.S. 50 yılından itibaren, yani 1. Yüzyılın ortalarından itibaren, önce Orta Doğu’da ve daha sonra Roma İmparatorluğu’nun hakim olduğu tüm topraklarda, Musevilik’ten türetilen Hıristiyanlık dini adım adım yaygınlaşmaya başladı. Roma İmparatorluğu yönetimine karşı özellikle köle sınıfı içinde bir isyan hareketi olarak da ortaya çıkan Hıristiyanlık, yaklaşık 300 yıl süren bir mücadeleyi kazandı ve Roma İmparatorluğu 4. Yüzyılda, Hıristiyanlığı resmi dini olarak benimsedi. Bu dönemden itibaren Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu Anadolu’ya tamamıyla hakim oldu. 4. Yüzyıldan 15. Yüzyıla kadar Anadolu’da Hıristiyanlık kültürü ve Bizans uygarlığı dönemi yaşandı.
10. Yüzyılda ise, Türkler, Orta Asya’dan Anadolu’ya yaygın bir biçimde göç etmeye başladılar. Yaklaşık olarak 4. Yüzyıl ile 10. Yüzyıl arasındaki dönemde de Orta Asya’dan Anadolu’ya sınırlı oranda bazı göçlerin gerçekleştiği tahmin edilse de, kitleler halinde yaygın bir göç 10. Yüzyıldan itibaren yaşandı. 11. Yüzyıldan itibaren Türkler Anadolu’nun bazı bölgelerinde hakim olmaya başladılar ve 15. Yüzyılda Anadolu’yu tamamıyla egemenlikleri altına aldılar. Bu dönemde, Türklerin kurduğu çeşitli beyliklerin dışında, Anadolu’da önce Selçuklu İmparatorluğu, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu kuruldu.
10. yüzyıldan önce, Orta Asya’daki Türklerin dilinin de, dininin de, Arap kültürüyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Bugünkü Türkçe de dahil olmak üzere, Orta Asya’daki Türk kavimlerinin dili Ural-Altay dil kategorisine aittir; Arapça ise Semitik dil kategorisine aittir. 10. Yüzyıldan önce Orta Asya’da yaşayan Türklerin dini şamanizm idi; Arapların dini ise İslam idi.
Türklerin büyük çoğunluğu, Orta Asya’dan batıya doğru göç ettiklerinde, batıya doğru uzanan göç yollarında, ilk olarak Perslerle ve Araplarla karşılaştılar. Persler ve Araplar da 7. Yüzyıldan itibaren, Musevilik ve Hıristiyanlık etkisi altında yine Orta Doğu’da ortaya çıkmış olan İslam dinini benimsemiş halklardı. İslam dini, Musevilik ve Hıristiyanlık dinlerinde ortaya konan Tanrı’ya inanmakta, ayrıca Muhammed ile birlikte, Musa ve İsa’yı de Tanrı’nın elçisi, yani peygamber olarak kabul etmekteydi. Orta Asya Türklerinde ise, Tevrat, İncil ve Kur’an’da tanımlandığı biçimiyle bir Tanrı kavramı ve peygamber kavramı yoktu.
Sonuçta, Orta Asya’dan batıya göç eden Türklerin bir kısmı Araplar ve Persler tarafından zorla asimile edildiler ve İslam dinini benimsemek zorunda kaldılar, bir kısmı da, İslam dinine içten bir biçimde inandığı için veya hakimiyet kurmak istediği bölgede yaygın olan dini benimseyerek o bölgede daha kolay hakimiyet kurabileceğine ve barınabileceğine inandığı için, İslam dinini seçti. Türklerin büyük çoğunluğunun İslam dinini benimsemesiyle birlikte, dilleri de belli bir ölçüde Arapça ve Farsça’nın etkisi altına girdi.
ANADOLU NEDEN ARAP DEĞİLDİR
Sonuç olarak Anadolu’da köken ve kültürel kimlik itibarıyla Arap kültürü adına neredeyse hiçbir şey yoktur.
1) Antik Çağ’da Anadolu’nun Arap kültürüyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Antik Çağ’da Anadolu’da Sümer, Asur, Hitit, Urartu, Antik Yunan, Roma uygarlıkları vardı.
2) Türklerin Anadolu’da egemenlik kurmaya başladığı 11. yüzyılda Güneydoğu Anadolu’da yaşayan küçük bir Arap azınlık olsa da, bu dönemde Anadolu, tamamıyla Bizans’ın egemenliğinde idi. Anadolu’da nüfusun büyük çoğunluğu da Bizanslı Rumlardan oluşuyordu. Onun dışında Anadolu’da, özellikle doğuda yaşayan ve Anadolu’nun en eski yerli halkları arasında yer alan Ermeniler, Kürtler ve Lazlar vardı.
3) 10. yüzyılda Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin de, göçler başlamadan önce, din ve dil bağlamında Arap kültürüyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Türklerin dili Ural-Altay dil kategorisindeydi, dinleri de şamanizm idi. Arapların dini ise İslam’dı, Arapça da, Semitik dil kategorisine aitti. Hatta 11. Yüzyıldan sonra, Selçuklu İmparatorluğu döneminde ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bazı dönemlerinde bile, Arap kültürünün din ve dil bağlamındaki etkisi sınırlı kaldı. (Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Kuloğlu, Dadaloğlu, Karacaoğlan gibi halk ozanları ve düşünürler bunun en büyük kanıtıdır). Anadolu’daki Türkler Araplarla değil, daha çok Anadolu’da daha önce var olan halklarla, uygarlıklarla ve geleneklerle kaynaştılar, daha çok onlardan beslendiler ve Orta Asya kültürünü Anadolu kültürüyle harmanladılar. (Ayrıca Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, evlilikler ve ilişkiler bağlamında da, Anadolu’da daha önce var olan topluluklarla kaynaştılar ve bu nedenle Orta Asya’daki Türk kavimlerinden de, hem kültürel, hem de ırksal açıdan, önemli bir ölçüde ayrıştılar. Bunun dışında, özellikle 15. Yüzyıldan itibaren Anadolu’daki Hıristiyan nüfusun önemli bir kesimi, asimilasyon politikalarından, Hıristiyanlara uygulanan yüksek vergi oranlarından ve bazı dönemlerde Hıristiyanlara uygulanan zorunlu göç uygulamalarından dolayı ve/veya Müslümanlar ile yapılan evliliklerden dolayı İslam dinine geçtiği için, Anadolu’da Müslüman olan halkın tamamının Orta Asya’dan gelen Türkler olduğunu söylemek olanaklı değildir).
4) 19. yüzyılda Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya büyük bir göç dalgası yaşandı. Boşnak, Arnavut, Türk, Çerkez, Abhaz, Gürcü olan bu halkların kültürünün de Arap kültürüyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu. Balkanlardan gelen göçmenlerin kültürü Doğu Avrupa kültürüyle, Kafkasya’dan gelen göçmenlerin kültürü de Rus kültürüyle benzerlikler taşıyordu.
ANADOLU NEDEN ARAPLAŞIYOR
Tüm bunlara rağmen, Anadolu’nun Araplaşması sorunu neden yaşanıyor? Bunun tarihsel temellerini kısmen, 19. Yüzyıl öncesi Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici sınıfında bulmak olanaklıdır. Osmanlı’nın, Hıristiyan ve Musevi nüfusa da sahip olmakla birlikte, Saltanatlık-Hilafet bağlamında İslam dinini temsil eden bir imparatorluk olması ve İslam dininin de ilk kez Arabistan coğrafyasında Arap kültürünün bir parçası olarak ortaya çıkması, ister istemez Osmanlı’yı, özellikle Osmanlı’daki yönetici sınıfı, Arap kültürüyle yakınlaştırmıştır.
Bunun en çarpıcı örnekleri, yönetici sınıfın sık sık odaklandığı dil ve edebiyatta yaşanmıştır. Osmanlı’da, sarayın desteklediği divan edebiyatı ile halk ozanlarının ve şairlerinin ortaya koyduğu halk dili ve edebiyatı arasında önemli denebilecek ayrılıklar söz konusuydu. Benzer bir durum sarayın desteklediği müzik ile Anadolu halkında yaygın olan yöresel türküler ve folklorik danslar arasında da geçerliydi. Osmanlı döneminde, hem edebiyat, hem de müzik alanında, Topkapı Sarayı ile Anadolu köyleri arasında önemli bir fark vardı. Saray her zaman, bir yandan Bizans İmparatorluğu’nun yönetici sınıfının kültürünün, bir yandan da Arap kültürünün ve dilinin, daha fazla etkisi altında kalmıştır.
Günümüzde ise, Anadolu’nun Araplaşması misyonunu yürüten odak İslamcı siyasettir. Bu siyasetin günümüzdeki temsilcisi AKP’dir. AKP’nin 14 yıldır iktidarda olmasından dolayı da, Anadolu’nun Araplaşması süreci son yıllarda büyük bir hız kazanmıştır.
ATATÜRK NEDEN KARŞI ÇIKTI
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmaya çalıştığı şey ise, bir yandan da, Anadolu’nun Araplaşması sorununa son vermekti. Atatürk bu nedenle Anadolu’daki tüm uygarlıkların kökenlerini araştırdı, Orta Asya’daki Türk kültürü üzerine araştırmalar yaptı, Balkan ve Kafkas kültürlerini yakından inceledi, Türk dilini, kendi özüne uygun olarak, Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarmaya ve geliştirmeye çalıştı, Türk Tarih Kurumu’nu ve Türk Dil Kurumu’nu kurdu. Çünkü Atatürk, Arap coğrafyasında, Libya’da ve Suriye’de görev almış, cephelerde bizzat savaşmış ve oralarda bulunmuş birisi olarak, Anadolu kültürüyle Arap göçebe çöl kültürünün uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını ve Osmanlı yönetici sınıfı ve elitleri tarafından Anadolu’ya yapay bir biçimde dayatılmaya çalışılan Arap kültürünün, milli bir kültür olamayacağını biliyordu.
Bir ülkenin ve o ülkenin yer aldığı toprakların ve o topraklarda yaşayan insanların kültürel kimliğiyle ve tarihiyle ilgisi olmayan bir unsur milli olabilir mi? Atatürk’e göre olamaz. Bir şeye milli demek için, o şeyin, o ülkenin ve o ülkenin yer aldığı toprakların ve o topraklarda yaşayan insanların kültürel kimliğiyle ve tarihiyle bir bağlantısının olması gerekir. Atatürk’e göre din hiçbir zaman bir kültürü belirleyen tek unsur olmadığı için, din, bir kültürü belirleyen birçok unsurdan sadece birisi olduğu için, uygarlık tarihi ve dil gibi unsurlar da, bir kültürü belirleyen en önemli etkenler arasında olduğu için, Atatürk Anadolu’nun Araplaşması ve kültürel kimliğin dine indirgenmesi sürecine şiddetle karşı çıktı. Milliyetçilik ilkesiyle, ümmetçiliğin karşısına vatan ve vatandaşlık bilincini koydu; Laiklik ilkesiyle de, dinin, devlet, siyaset, hukuk ve eğitim işlerine müdahale etmesine karşı çıktı; din ve devlet, din ve siyaset, din ve hukuk, din ve eğitim işlerinin ayrılması koşuluyla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün güvence altına alınmasını savundu.
“MİLLİ GÖRÜŞ” SAFSATASI
Bugün Türkiye’deki karşı-devrimci İslamcı siyaset işte hala buna direniyor ve bu nedenle Anadolu’nun Araplaşması için büyük bir mücadele veriyor. İslamcı siyasetin ve laiklik karşıtı hareketin Türkiye’deki uyanık liderlerinden birisi olan Necmettin Erbakan, bu nedenle, liderlik ettiği oluşumun adını “Milli Görüş” olarak koydu. Bu isim tamamıyla bir kamuflajdı. Böylece, Anadolu’ya yabancı olan Arap kültürü, “Milli Görüş” adı altında, halka yeniden dayatılmaya çalışılacaktı.
Bu yöntem, tarihte uyanıkların sık sık başvurduğu bir yöntemdir. Zor bir şeyi birisine dayatmaya çalışacaksan, onun içeriğinin ve anlamının tam zıddını temsil eden bir ad, etiket ve söylem kullan ki, onu benimsetmek daha kolay olsun. Aslında bu, vahşi kapitalist sistemde tüketiciyi aldatmaya yönelik reklam ve pazarlama yapmak gibi bir şey. Örneğin üreticinin ve satıcının, malın çürük olduğunu bildiği halde, malı, sağlamlık ve dayanıklılık söylemleriyle pazarlaması gibi bir şey.
Günümüzde bu anlayışı sürdüren ve Anadolu’nun Araplaşması için büyük bir mücadele veren de, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’dır. Erbakan’ın hayalini kurup da bir türlü gerçekleştiremediği şeyi, Recep Tayyip Erdoğan gerçekleştiriyor. Erdoğan, bir ara, “Milli Görüş” gömleğini çıkarttığını söylese de, bu gömleği kısa bir süre sonra yeniden giymiştir. Bu nedenle, Anadolu’daki kentlerin, kasabaların ve köylerin Araplaşma ve Arap göçebe çöl kültürü tarafından asimile edilmesi süreci tüm hızıyla sürmektedir.
KARA ÇARŞAF VE TÜRBAN MİLLİ DEĞİLDİR
Kara çarşaf ve sıkmabaş türban-pardesü bunun en çarpıcı örnekleri arasında yer alır. Anadolu kültüründe ve tarihinde bunların her ikisi de yoktur. Bu tamamıyla Arabistan göçebe çöl kültürü tarafından “kes-yapıştır” yöntemiyle Anadolu’ya ithal edilmiş bir şeydir. Anadolu’nun hangi bölgesine giderseniz gidin, Karadeniz’de, Akdeniz’de, Ege’de, Trakya’da, İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da böyle bir kültür yoktur. Bunu anlamak için, artık örnekleri azalmış olsa da, o bölgelerin kadınlarının yüzlerce yıl giydiği yöresel kıyafetlere bakmak yeterlidir. Ayrıca, yöresel halk ve folklor oyunlarında kadınların giydiği kıyafetlerden de bu kolayca anlaşılır. Bu kültürde, kara çarşaf veya saçların tamamını ve bedenin tüm yerlerini, hatlarını ve çizgilerini kapatan sıkmabaş türban ve ona eklemlenmiş pardesü geleneği yoktur. Nitekim, her şeye rağmen, Anadolu’nun köylerinde ve kasabalarında günümüzde başını örten kadınların tamamı olmasa da, önemli bir çoğunluğu, Arabistan tarzında değil, Anadolu tarzında örtünmektedir.
Sıkmabaş türban-pardesü geleneği, 1980’li yıllardan itibaren “Milli Görüş” safsatasının yaygınlaştırdığı ve Arabistan göçebe çöl koşullarına uygun kapanma tarzını temsil eden bir modadır. Üstelik böyle bir örtünme tarzı, Kur’an’da bile somut bir biçimde belirtilmemektedir. Bu tamamıyla Arabistan töreleriyle ve gelenekleriyle ilgili bir örtünme tarzıdır.
Aslında, baş, tamamıyla veya kısmen örtülü olsun veya olmasın, bugün kara çarşaf ve onun “light” versiyonu olan türban-pardesü giyenlerin tamamı, kendi memleketlerinin ve geldikleri illerin yöresel kıyafetlerini giymeye başlasalar, o zaman, milli kültürü ve Anadolu kültürünü yaşatmış olurlar. Böylece, kızlar ve kadınlar, tek tip üniformayı andıran kasvetli kara çarşaf ve türban-pardesü tarzı giyim yerine, Anadolu’nun dinamik yapısına ve doğasına yakışır bir biçimde, daha canlı, daha doğal, daha çoğulcu ve daha renkli bir giyim tarzına kavmuş olur ve her şeyden önemlisi, erkekler de, kızları ve kadınları, bir mobil kafese kapatma zihniyetinden kurtulmuş olurlar.
Elbette, bu sadece ve sadece, kızların ve kadınların özgür iradesiyle ve kendi seçimleriyle gerçekleşebilecek bir şeydir. Bu uygulamayı kızlara ve kadınlara (onları aldatarak) dayatan siyasetçilere ve bu siyasetçilerin etkisi altındaki erkeklere direnip direnmemek, yine söz konusu kızların ve kadınların elinde olan bir şeydir. Açık veya kapalı olsun farketmez, kimse kimseye zorla herhangi bir giyim tarzını dayatamaz.
HAREMLİK-SELAMLIK UYGULAMA MİLLİ DEĞİLDİR
Anadolu kültüründe kadın-erkek eşitliğinin tam olarak sağlanamadığı ve erkek egemen bir yapının olduğu söylenebilse de, “Apartheid” uygulamasını andıran Suudi Arabistan usulü bir haremlik-selamlık uygulaması da yoktur. Anadolu’da genellikle kadın ve erkek tarlada ve bahçede birlikte çalışır, düğünlerde birlikte eğlenir ve oynar, yaşamın tüm zorluklarını ve güzelliklerini birlikte üstlenir.
Anadolu folklorü ve halk oyunlarında da, erkeklerin ve kadınların ayrı ayrı oynadıkları oyunlar olsa da, erkeklerin ve kadınların birlikte oynadıkları oyunlar da hemen hemen her bölgede mevcuttur. Bu da kadın ve erkeklerin ortak yaşamlarının halk oyunlarındaki yansımalarından birisidir.
Oysa günümüzde Türkiye’de, Suudi Arabistan’ı andıran manzaralarla karşı karşıya kalıyoruz. Karadeniz’de, kadın ve erkeğin birlikte horon tepmesinin günah olduğunu açıklayan müftüler, Doğu Anadolu’da haremlik-selamlık AKP mitingleri, İstanbul’un ortasında haremlik-selamlık iftar sofraları, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde haremlik-selamlık oteller, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde haremlik-selamlık İmam Hatip okulları, “Yeni Türkiye”nin utanç manzaralarından sadece bir kaçı arasında sayılabilir.
Bunların dışında, yüzlerce yıldır camiilerde geçerli olan haremlik-selamlık uygulaması da, Arabistan modelinin bir uzantısından başka bir şey değildir. Böyle bir uygulamaya dair Kur’an’da hiçbir ayet bulunmamaktadır. Bu uygulama, Arabistan’ın Kur’an dışı töre ve geleneklerinden esinlenilerek, Anadolu’da uygulamaya konmuştur.
İMAM-HATİPLER MİLLİ DEĞİLDİR, ARABİSTAN’IN KÜLTÜR ATEŞELİKLERİ GİBİDİR
İmam Hatip okulları camiilere imam yetiştirmek amacıyla kurulan meslek yüksek okulları iken, günümüzde, hem niceliği, hem de niteliği ile, laik-bilimsel eğitim sistemini “by-pass” etmek için işlev gören okullara dönüştü. AKP döneminde sayıları 4 kat artan ve 2000’i aşkın okul ile yaklaşık yarım milyon öğrenci kapasitesine ulaşan ve camiilere imam ihtiyacının çok ötesine geçen İmam Hatip okullarında, müfredatın neredeyse yarısı dinle ilgili zorunlu derslerden oluşurken, bu dersler de genellikle, Kur’an’ın özüne sadık kalınarak değil, Arabistan törelerine ve geleneklerine ve Araplar tarafından kaleme alınan Kur’an yorumlarına göre verilmektedir.
Bu okullarda, Kur’an’ı Kerim dışında, Arapça, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler, Mesleki Arapça, Siyer, Fıkıh, Tefsir, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Hadis, Kelam gibi dersler verilmekte ve bu derslerde de, Kur’an’ın içeriğinden ve İslam dininin Anadolu’daki yorumundan çok, Arap din adamlarının Kur’an ve İslam yorumları anlatılmakta, gençlerin beyinleri yıkanmaktadır. Örneğin bu okulların müfredatında Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, Hacı Bektaşi Veli’ye, Şeyh Bedrettin’e ya hiç yer verilmemektedir ya da (birkaç istisna okul hariç) Arap din uzmanlarının Kur’an yorumlarıyla karşılaştırıldığında, çok az yer verilmektedir ve satır aralarında geçiştirilmektedir. Örneğin, İmam Hatip okullarında genellikle, Anadolu’daki Müslüman düşünürlerin İslam yorumu, hiçbir zaman, Hadislerdeki İslam yorumunun önüne geçememektedir.
İmam Hatip okulları kesinlikle milli bir kültürün uzantısı değildir. İmam Hatip okulları adeta Suudi Arabistan’ın kültür ateşelikleri gibi bir işleve sahiptirler. Zaten bu okulların önemli bir kesiminin de, Türkiye’deki vakıflar aracılığıyla, Suudi Arabistan ve körfezdeki Arap ülkeleri tarafından finanse edildiğine dair birçok iddia kamuoyuna yansımıştır.
HOPARLÖRDEN EZAN MİLLİ BİR DEĞER DEĞİLDİR
Kur’an’da namaza çağrıyla ilgili bir kaç ayet vardır, ancak bugünkü uygulamasıyla ezanla ilgili hiçbir ayet yoktur. Zaten olamazdı da, çünkü elektrik enerjisi üreten ilk cihaz 18. Yüzyılın sonunda, hoparlör ise 19. Yüzyılın sonunda icad edilmiştir ve Kur’an’ın ortaya çıktığı 7. Yüzyılda elektrik, hoparlör ve pilli-elektrikli megafon gibi olanaklar yoktu.
Hoparlörden yüksek sesle, Müslüman-Sünni olsun ya da olmasın, herkesin duyacağı biçimde namaza çağrıda bulunmak, Anadolu’da 20. Yüzyılda ortaya çıkmış yeni bir uygulamadır ve Kur’an’da bunun yeri olmadığı gibi, bu uygulamanın Kur’an sonrasında da hiçbir köklü tarihi yoktur.
Hoparlörsüz-megafonsuz biçimde çıplak sesle günümüzdeki ezana benzer biçimde namaza çağrıda bulunmakla ilgili olarak da Kur’an’da herhangi bir ayet yoktur. Çıplak sesle sadece yakın çevrenin duyacağı biçimde namaza çağrı uygulaması, Kur’an’da bununla ilgili bir ayet olmadığı halde, yine Arabistan’da, 7. Yüzyılda başlamıştır ve bu uygulama Arabistan’dan Osmanlı’ya da geçmiştir. O dönemde böyle bir uygulamanın da olması anlaşılır bir şeydir, çünkü 7. Yüzyılda mekanik saat veya çalar saat henüz icad edilmemişti ve Arabistan’da ortak bir biçimde namaz kılmak için bir duyurunun yapılması gerekiyordu. Mekanik saat 16. Yüzyılda Avrupa’da icad edilmiştir ve kısa bir süre sonra Osmanlı topraklarına da ulaşmıştır. Ancak halk arasında mekanik saat kullanımı, Osmanlı’da, hiçbir zaman yaygın değildi. Sonuçta, günümüzde, saatin ve çalar saatin halkın tüm kesimlerinde kullanıldığı bir dönemde, hoparlörden yüksek sesle ezan sesi vermek, bir duyuru ve namaza çağrı işleminden çıkmış, bir dayatmaya dönüşmüştür.
Bunun dışında, Anadolu’da sadece Müslüman-Sünniler değil, Müslüman-Aleviler de yaşamıştır ve halen de yaşamaktadır. Namaza çağrı (ezan), namaz kılmak, oruç tutmak, baş örtmek, içki içmemek, Sünnilik ile Alevilik arasındaki ortak değerler arasında değildir. Bunlar Alevi mezhebinin değil, Sünni mezhebinin uygulamalarıdır. Ayrıca bunlarla ilgili olarak Kur’an’da yer alan ayet sayısı da, 6 bini aşkın ayet içinde oldukça sınırlıdır ve bu ritüeller İslam dininin özünü oluşturmaz. Alevilik’te camii, namaz ve ezan yoktur, Cemevi vardır. Bu nedenle de, ezanı bayrak ile aynı kategoriye koyarak milli bir değer olarak sunmak, Alevileri milli unsurun dışında görmek ve onlara hakaret etmek anlamına gelir. Ezan hiçbir zaman bayrak ile aynı kategoride görülebilecek bir unsur değildir. Bayrak, dini, mezhebi, etnik kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşların ve ulusun bayrağıdır. Ezan ise sadece Sünni mezhebinin geleneğidir.
İÇKİ AMBARGOSU MİLLİ DEĞİLDİR
Eğer Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunun kendisini Müslüman olarak gördüğü gerçeğinden yola çıkılarak Kur’an üzerinden bir değerlendirme yapılacak olursa, Kur’an’da 6 bini aşkın ayet içinde içki içilmemesine dair sadece bir kaç ayet bulunmaktadır. Kur’an’ı bir bütün olarak değerlendirmek ve 7. Yüzyılın tarihsel bağlamına göre incelemek yerine, sayılı ayetleri cımbızla çekip, daha sonra o ayetleri büyüteçle büyütüp, o ayetlerin İslam dininin özünü oluşturduğunu iddia etmek, İslam dinini de çarpıtmak anlamına gelir.
Ayrıca böyle bir paradigmayla Kur’an okuması yapıldığında, zinanın 100 değnek/kırbaçla cezalandırılmasına, hırsızın elinin kesilmesine, sadakatsiz kadının gerektiğinde dövülmesine, mirasta ve şahitlikte kadın ve erkeğin eşit olmamasına dair Kur’an’da yer alan sınırlı sayıdaki ayetin de uygulanması durumu ortaya çıkar ki, bu da çağdaş hukuka ve temel insan hak ve özgürlüklerine tamamıyla aykırıdır. Çağdaş hukukta; zina bir boşanma nedenidir, 100 değnek/kırbaç ile cezalandırılmaz; hırsızlığın cezası hapistir, el kesmek değildir; kadının veya herhangi bir insanın dövülmesi cezaya tabiidir; mirasta ve şahitlikte kadın ve erkek eşittir. 7. Yüzyıl koşullarında Kur’an’daki bazı ayetlerde öngörülen bazı şeylerin kendisi günümüzdeki hukuka ve yasalara göre suçtur. Bu nedenle “Kur’an’da yazılan her ayet günümüzde uygulanacaktır” diye bir kural ve anlayış olamaz. Kur’an bir bütün olarak ve 7. Yüzyılın tarihsel-sosyolojik-siyasi koşulları dikkate alınarak okunmalıdır. Bu bağlamda, içki içmemek, baş örtmek, domuz eti yememek vs gibi çok sınırlı sayıda ayetler de bu bağlamda okunmalı ve anlaşılmalıdır.
Kur’an’dan bağımsız olarak içki bağlamında Anadolu’nun tarihine ve kültürel kimliğine bakıldığında ise, içkinin, özellikle şarabın ve daha yakın bir geçmişte rakının, Anadolu kültüründe önemli bir yere sahip olduğunu görürüz. Anadolu’da binlerce yıldır, Hitit uygarlığı döneminden beri, şarabın üretildiği ve tüketildiği bilinmektedir. Hititlerden sonra, Antik Yunan’da, Roma’da, Bizans’ta da şarap kültürü, genel olarak yemek ve içecek kültürü içinde önemli bir yere sahipti. Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nda da, Müslüman olsun veya olmasın, halkın önemli bir kesimi şarap tüketmeye devam ediyordu. Bazı Padişahların da şarap içtikleri bilinen bir gerçektir.
Rakı da, özellikle 19. Yüzyıldan itibaren, Anadolu’da yaygın bir biçimde üretilmeye ve tüketilmeye başlanmıştır. Rakı, yaklaşık 200 yıldır, Anadolu’da en fazla tüketilen içki olmuş, tarihsel kökleri daha eskiye dayanan şarap üretimini ve tüketimini de geçmiştir. Bu nedenle Rakı sık sık Türkiye’nin “milli içkisi” olarak da anılmıştır. (Recep Tayyip Erdoğan bunu inkar ederek milli içkinin ayran olduğunu söylemiş olsa da, bunun sosyolojik gerçeklikte bir karşılığı yoktur. Gerçek şudur ki, rakı da, ayran da, milli içkilerimiz / içeceklerimiz arasında yer alırlar. Bu arada: Kurtuluş Savaşı’nın ve devrimlerin önderi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, söz konusu iki milli içkimizi / içeceğimizi de çok severdi. Bazı akşamlar rakı, gündüzleri de, kahvenin dışında, ayran içerdi).
Nitekim AKP döneminde alkollü içkiye konan reklam-tanıtım yasaklarına, içkiye uygulanan yüksek vergi oranlarına ve zamlara ve saat 22:00’den sonra içki satışına getirilen yasaklara rağmen, alkollü içki tüketimi Türkiye’de azalmadığı gibi, aksine daha da artmıştır.
ARAPÇA TRT MİLLİ DEĞİLDİR
TRT’de Kürtçe yayın yapan ayrı bir kanalın olması anlaşılır bir şeydir. Sonuçta Kürt kökenli vatandaşların Türkiye’deki oranı yaklaşık olarak yüzde 15’tir ve Türkiye’de 10 milyonu aşkın Kürt kökenli vatandaş yaşamaktadır. Ancak toplam nüfustaki oranı yüzde 1 bile olmayan Araplar için, devlet televizyonu olan TRT’nin Arapça yayın yapması nasıl açıklanabilir? Bu durumda, milleti daha iyi kucaklayabilmek için, TRT’den Lazca, Adigece, Abhazca, Gürcüce, Boşnakça, Arnavutça yayın da yapılması gerekmez miydi? TRT, azınlıktaki dilleri desteklemek için, Arapça da dahil olmak üzere, tüm bu dillerde, her gün, her dil için ayrı ayrı 2 saat yayın yapan, tek ve ortak bir kanal açsa, bu da anlaşılabilir bir durum olurdu. Ancak diğer azınlık dillerini görmezden gelip, Arapça yayına ve Arapça için ayrı bir kanala ayrıcalık tanımak nasıl açıklanabilir?
Bu aslında, Lazlara, Çerkezlere, Abhazlara, Gürcülere, Boşnaklara ve Arnavutlara meydan okumaktır, onları yok saymaktır. Ancak bu etnik kökende olan vatandaşların da önemli bir kesimi artık Anadolu’nun Araplaşması bağlamında asimile edildikleri ve kendi kültürlerinden çok Arap kültürünün etkisi altına girdikleri için, bu tür gelişmelere ses çıkartamaz hale geldiler. Çünkü onlara yıllardır bir aldatmacayla dayatılan şey, Arap kültürünün ve kimliğinin, “milli” bir kimlik olduğu yönündedir.
Bir örnek vermek gerekirse, Düzce’de, Adapazarı’nda, Sakarya’da, Kocaeli’nde yaşayan Çerkezler ve Abhazlar ne kadar kendi kültürleriyle uyumlu bir biçimde yaşamaktadırlar? Çerkezlerin ve Abhazların halk oyunlarını ve folklorlerini herkes bilir. Burada erkekler ve kadınlar birlikte oynarlar ve kadınların kıyafetleri de kadının beden hatlarını gösterecek biçimde son derece zariftir ve kadını kapatmaya yönelik değildir. Ancak nasıl oluyorsa, bu bölgede yaşayan Çerkez ve Abhaz kadınlarının önemli bir kesimi, türban-pardesü modeliyle kapanmış durumdadır. Kafkasya derneklerinin ve vakıflarının geceleri son yıllarda oldukça şizofrenik manzaralara sahne oluyor. Bir yandan sahnede kadınlı-erkekli halk oyunları ve son derece zarif ve açık kadınlar, bir yandan da seyirci koltuklarının yaklaşık üçte birinde, sahnede danseden kadınları hayranlıkla seyreden türbanlı-pardesülü kapalı kadınlar.
THY’DE ARAPÇA ARAPLARA TORPİLDİR
Türkiye’nin milli havayolu olan Türk Hava Yolları’nın 4440849 numaralı müşteri hizmetleri telefon hattında bir süredir, Türkçe ve İngilizce ile birlikte, Arapça olarak da hizmet verilmeye başlandı. THY yurt dışında 240 noktaya ve kente uçuşlar gerçekleştirmektedir. Bunların 41 tanesi Arapça konuşulan kentlere yöneliktir. Buna rağmen Türkçe ve İngilizce’den sonra üçüncü bir dil olarak Arapça’nın tercih edilmesinin nedeni nedir?
İngilizce artık dünyada uluslararası ortak bir dile dönüşmüş durumda. İngilizce olmadan küresel çapta bir iş yürütmenin olanaksız olduğu bellidir. Ancak Arapça’nın, dünyada yaygın olarak konuşulan diğer dillere göre ayrıcalığı nereden kaynaklanmaktadır? Örneğin, İngilizce dışında, Arapça ile birlikte, İspanyolca, Rusça ve Çince’nin tercih edilmemesi, Arapça’ya tek başına bir ayrıcalık ve öncelik tanınmasının nedeni nedir?
Tabii ki yine dinci-mezhepci zihniyet ve iktidarın Arap kültürü hayranlığı. AKP, Türkiye ile birlikte, THY’nin de Araplaşmasının yolunu açmıştır. Türkiye’nin milli sermayesinden oluşan THY yakında Arap sermayesine satılırsa kimse şaşırmasın.
ARAP TURİZMİ VE SERMAYESİ İLE SURİYELİLER TAKVİYE KUVVETTİR
Türkiye’nin AKP döneminde Arap sermayesine yönelmesi, özelleştirmelerde ve ihalelerde Arapların eskisine göre daha fazla tercih edilmesi, Araplara yönelik turizmde artış sağlanması bir tesadüf veya bir ekonomi politikası değildir. Bu tamamıyla dinci-mezhepci bir yaklaşımla Anadolu’nun Araplaşma sürecine hız kazandırmak için uygulanmış özel bir tercihtir.
AKP döneminde, özellikle İstanbul’da ve Trabzon’da, Suudi Arabistan ve Arap körfez ülkelerinden gelen Arap turistlerin sayısında ciddi bir artış yaşandı. Kara çarşaflı tam kapalı Arap kadın manzaraları, İstanbul’da ve Trabzon’da havalimanlarında, AVM’lerde, otellerde, turistik tesislerde, restaurantlarda, kafelerde, sokaklarda olağan manzaralar haline geldi. Trabzon’da halk, ekonomik gerekçelerle bu duruma katlansa da ve bu işten para kazanan belli başlı işletmeler durumdan memnun olsalar da, halkın büyük çoğunluğu, kendi kültürel kimlikleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan Arapların varlığından memnun değil.
Bu sadece Doğu Karadeniz kültüründe yeri olmayan kara çarşafla ilgili bir konu da değil. Buraya gelen Arapların bir çoğu için geçerli olan yemek-içmek alışkanlıkları, temizlik ve düzen konusundaki eksikleri, ellerindeki parasal güce bağlı olarak ortaya koydukları tavırları, Arapların otellerin, emlakların ve arazilerin fiyatlarını uçuk seviyelere çıkartmış olmaları, Trabzon ve çevresinde mal ve mülk satın almaya başlamış olmaları, bu işten büyük paralar kazanan belli başlı oteller, seyahat acentaları ve emlakçılar dışında, halk tarafından olumlu karşılanmamaktadır.
Bir zamanlar Trabzon’un 5 yıldızlı ve 4 yıldızlı otellerinde kalma olanağına sahip yerli turistlerin veya şirket çalışanlarının çoğu, Temmuz ve Ağustos aylarında bu otellerde artık kalamamaktadılar. Gecesi 200 TL olan odaların fiyatı 400 TL’ye, gecesi 400 TL olan odaların fiyatı 800 TL’ye fırlamış durumda. Trabzon’da neredeyse her yerde Türkçe ile birlikte Arapça yol tabelaları, Türkçe ile birlikte Arapça tanıtım ilanları, Türkçe ile birlikte Arapça menüler mevcut.
Doğasıyla, köklü geçmişiyle, kültürüyle, tarihiyle Türkiye’nin onuru olan kentlerden birisi olan Trabzon, bir yandan kendi kültürüne ve tarihine sahip çıkarak, bir yandan da kendi coğrafyasıyla büyük benzerlikler taşıyan Alp Dağları eteklerindeki ve ormanlarındaki turizm tesislerini örnek alarak, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den yerli turist ve Avrupa’dan Avrupalı turist çekmeye çalışacağına, AKP iktidarının da etkisiyle, kendisini tamamıyla Arap turiste ve Arabistan kültürüne emanet etmiş durumda.
Anadolu’nun Araplaşması sürecine paralel olarak, Trabzon’un Araplaşma süreci ve Trabzon’un yerel kültürünün Arap kültürü tarafından asimile edilmesi süreci de, dışarıdan ithal edilen Arap sermayesi ve takviye kuvvetler vasıtasıyla, hızla devam etmektedir. Rize’de 1990’lı yıllarda, Almanya’dan gelen “Milli Görüş”çü gurbetçiler vasıtasıyla yaptıklarını, şimdi Trabzon’da, Arabistan’dan gelen turistlerle sağlamaya çalışıyorlar. Trabzon artık horonuyla, kemençesiyle, ormanlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle, futboluyla, fıkralarıyla, hamsisiyle değil, köklü tarihiyle ve Türkiye’nin kültür-sanat yaşamına katkıda bulunan aydınlarıyla değil, kara çarşaflı Arap kadınlarıyla anılır hale geldi. Artık yaz aylarında yeşilliklerin arasında, rengarenk yerel kıyafetleriyle gülümseyen Karadenizli kızlar ve kadınlar yerine, kara çarşafların arkasına gizlenmiş Arap kadınları geziyorlar.
Tüm bunların dışında, Türkiye’ye göç etmek durumunda kalan milyonlarca Suriye vatandaşının bir bölümüne, Türkiye’de oturma ve çalışma izni ve/veya vatandaşlık vermek planlarının arkasında da, Anadolu’nun Araplaşması projesi vardır. Gaziantep ve Kilis artık yarı yarıya Arap kentlerine dönüşmüştür. Önemli bir kesimi dinci-mezhepci “Müslüman Kardeşler” örgütü üyesi ve sempatizanı olan Suriyeliler üzerinden amaç, Anadolu’nun Araplaşması sürecini tamamlamak, Türkiye İslam Cumhuriyeti’ni ilan etmek ve laik rejimi yıkmaktır.
MİLLİ OLMAK ŞART MI
Kültürel bağlamda şu sorular haklı olarak ortaya atılabilir: Milli olmak şart mıdır? Milli olmak neden önemlidir? Sadece milli olanla mı yetineceğiz?
“Milli olmak koşulsuz olarak şarttır ve yeterlidir” diye bir kural elbette ortaya konamaz. Örneğin, milli kültür olarak belirlenen bir oluşumun içinde, olumsuz unsurlar da yer alıyorsa, o zaman o olumsuz unsurlar, sadece millidir diye kabul edilemez. Dolayısıyla, milli olanın kabul edilmesinin veya kabul edilmemesinin ölçütü, doğru veya yanlış, iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz, yararlı veya zararlı olmasına bağlıdır. Örneğin, Papua Yeni Gine’de balta girmemiş ormanlarda yaşayan bir kabilede hala yamyamlık geleneği var diye, Papua Yeni Gine vatandaşı birisi, “Bu bizim milli geleneğimizdir, tarihimizde de yeri vardır” diyerek, bu geleneği sürdürecek mi? Elbette hayır.
Önemli olan sorular şunlardır:
Suudi Arabistan’da, kadını insan yerine koymayan, kadına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapan, kadının kamusal alandaki varlığını görünmez kılan, kadını baskı altına alan haremlik-selamlık ve kara çarşaf uygulaması, Anadolu’nun tarihindeki daha eşitlikçi uygulamadan daha mı iyi, daha mı doğru, daha mı olumlu, daha mı yararlı?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan birisinin, kendi dili olan Türkçe’yi geliştirmek yerine, başka bir ülkenin ve kültürün dili olan Arapça’ya yönelmesi daha mı doğru, daha mı iyi, daha mı olumlu, daha mı yararlı?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan birisinin, kendi topraklarının binlerce yıllık uygarlık tarihini çöp sepetine atıp, uygarlık adına ciddi bir şey ortaya koyamamış toprakların ve ülkelerin tarihlerinden büyülenmesi, daha mı doğru, daha mı iyi, daha mı olumlu, daha mı yararlı?
Omurgasızlık, eziklik ve başkasının kimliğine sığınmak, kişilikli olmaktan, asil olmaktan ve onurlu bir duruş sergilemekten daha mı doğru, daha mı iyi, daha mı olumlu, daha mı yararlı?
Eğer başka ülkelerin ve toprakların geçmişlerinde ve bugünlerinde daha iyi, daha doğru, daha olumlu, daha yararlı unsurlar varsa ve bu unsurlar sizde yoksa, elbette o unsurlardan etkilenmek, o unsurları kendi içinizde de geliştirmek en doğal ve en doğru şeydir. Ancak Suudi Arabistan’ın geçmişi ve bugünü nedir?
Suudi Arabistan’da demokrasi, insan hakları ve özgürlükler mi vardır? Suudi Arabistan’da uygarlık tarihinin akışını değiştirecek büyük uygarlıklar mı yeşermiştir? Suudi Arabistan’da bilim, sanat, felsefe alanında büyük gelişmeler mi yaşanmıştır? Suudi Arabistan’da sanayi, teknoloji, inovasyon alanlarında büyük atılımlar mı gerçekleşmiştir? İslam dininde peygamber olan Muhammed’in Arabistan’da doğmuş ve yaşamış olması, Kur’an’ın Arapça yazılmış olması ve bu ülkede petrolün bol olması, Suudi Arabistan’ı bir anda ileri uygarlık seviyesine mi çıkartmıştır?
BİZANS, SELÇUKLU VE OSMANLI’NIN EKSİKLERİ
Anadolu topraklarının geçmişinde de elbette birçok eksik ve yanlış vardır. Örneğin, Anadolu’ya gelen ve daha sonra Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuran Türkler, Antik Yunan döneminde olduğu gibi, özellikle bilim ve felsefe alanında, insanlık ve uygarlık tarihi açısından devrimci ve ilerici sayılabilecek eserler ve çalışmalar ortaya koyamamışlardır. Bu sadece Türkler değil, Bizanslı Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Lazlar için de geçerlidir. Örneğin 13. Yüzyılda kurulan Osmanlı İmparatorluğu, kendisinden önce Anadolu’da Antik Yunan döneminde ve 9. Yüzyıl ile 12. Yüzyıl arasında İslam coğrafyasının belli bölgelerinde var olan bilim ve felsefe geleneğini kendi içine taşıyamadığı gibi, 15. Yüzyıldan sonra Avrupa’da bilim, felsefe ve siyaset alanında ortaya çıkan devrimci gelişmeleri de kendi içine taşıyamamıştır. Bizans İmparatorluğu’nda nasıl yaklaşık 1000 yıl boyunca Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros, Aristarkhos, Hippokrates, Öklid, Arşimet çapında filozoflar ve bilim insanları çıkmadıysa, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yaklaşık 700 yıl boyunca, Antik Yunan döneminin filozofları ve bilim insanları bir yana, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd çapında filozoflar ve bilim insanları da çıkmamıştır.
Kimse bu eksiklerin giderilmemesini ve yanlışların muhafaza edilmesini savunamaz. Mustafa Kemal Atatürk’ün, özellikle siyasette, bilimde, felsefede ve sanatın belli dallarında ortaya çıkan bu eksikleri, Avrupa’ya da yönelerek gidermeye çalışması son derece yerinde olmuştur. Çünkü doğru, iyi, olumlu ve yararlı olan bir şey sizde yoksa, herhangi bir komplekse kapılmadan, doğu, batı, kuzey, güney, nerede olduğu farketmeksizin, onu geliştirmek en doğrusudur.
Nitekim, ileri uygarlık olarak adlandırdığımız oluşum, herhangi bir coğrafyanın, dinin, mezhebin, etnik grubun, ırkın tekelinde olan bir şey değildir. İleri uygarlık tarih boyunca farklı bölgelerde yaşayan, farklı inanışta olan, farklı ırklardan insanlar tarafından ortaya konmuştur. Daha önce, kendi dönemlerinin tarihsel koşullarına göre, Antik Mezopotamya’da, Antik Mısır’da, Antik Çin’de, Antik Hindistan’da, Antik Yunan’da, Antik Roma’da ve 9. Yüzyıl ile 12. Yüzyıl arasında İslam coğrafyasının belli bölgelerinde var olan ileri uygarlık seviyesi, 15. Yüzyıldan itibaren, yaklaşık 500 yıllık bir zaman dilimi içinde, Avrupa’da karşımıza çıkmıştır.
Bilim, felsefe, resim, heykel alanlarındaki devrimci gelişmeler (Kopernik, Galilei, Kepler, Newton, Einstein, Descartes, Leibniz, Spinoza, Bacon, Hobbes, Locke, Berkeley, Hume, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche, Comte, Weber, Freud, Da Vinci, Michelangelo, Rafael, Boticelli, Van Gogh, Picasso vs); Monarşi’nin, Teokrasi’nin, Feodalizm’in yıkılma süreçleri (Locke, Montesquieu, Rousseau, Hume, Voltaire, Diderot ve 1789 Fransız devrimi) ve buna bağlı olarak demokrasinin gelişmesi, yasama-yürütme-yargı arasında güçler ayrılığı, düşünce-ifade-basın-yayın-örgütlenme özgürlüğü ve laiklik ilkelerinin ortaya çıkması; sosyalizm ve komünizm kuramlarının doğması (Proudhon, Marx, Engels, Bernstein); bunların hepsi, son 500 yıl içinde, Avrupa’da yaşanmıştır. Bunlar başka bir yerde yaşansaydı, örneğin Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, Sibirya’da veya Arabistan’da yaşansaydı, oradan alınırdı. Bunlar Anadolu’da yaşansaydı, başka bir yerden bunları almaya gerek kalmazdı.
O nedenle Mustafa Kemal Atatürk, “batı” terimini kullanırken, belli bir zaman dilimi ile sınırlı belli bir coğrafi bölgeye işaret ediyordu. Atatürk “batı” kavramını uygarlık ile özdeşleştirmiyordu ve uygarlık kavramını da batı ile sınırlamıyordu. Çünkü ileri uygarlık farklı zamanlarda farklı yerlerde dolaşan küresel, dinamik ve diyalektik bir oluşumdur. Belli bir zaman ve belli bir mekan ile sınırlı değildir; sabit değildir. Bu nedenle Atatürk, “batı” kavramından çok, “uygarlık”, “ileri uygarlık” ve “çağdaş uygarlık” gibi terimleri kullanmayı tercih ediyordu. Bu nedenle Atatürk, Rönesans veAydınlanma döneminde Avrupa’da ortaya çıkan uygarlıkla birlikte, Sümer, Antik Yunan, Roma gibi Anadolu’dan da geçmiş olup tüm dünyada etki yaratmış uygarlıklarla da ilgileniyordu ve uygarlığın gelecekte de, herhangi bir zamanla ve mekanla sınırlı olmaksızın, gelişmeye devam edeceğine inanıyordu.
SONUÇ
Sonuç olarak, “milli” adı altında milli olmayan şeyleri halka bir aldatmaca ve yalanla yutturmak da yanlıştır, “sadece milli olacağız” diye kendimizi ileri uygarlık seviyesinden, demokrasiden, bilimden, felsefeden, sanattan uzak tutmak da yanlıştır. Önemli olan, iyi ve doğru olanı yapmaktır.
Kurtuluş Savaşı’nın ve Anadolu’daki Aydınlanma devrimlerinin lideri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı şey de tam buydu.
Bunun aksine dair söylenen her şey, bataklıktaki sivri sinek vızıltısından başka bir şey değildir.
Örsan K. Öymen yazdı
Savcı Selim Kiraz şehit olduğu Akşam
Kiev’e Rusya’nın saldırısında 9 yaralı!
Mersin’de kumar operasyonunda 4 kişi suçüstü yakalandı
Yargıtay'da Sayım Kurulu üye sayısı 3'e indirildi!
İmamoğlu'ndan gözaltı açıklaması!
Kiev’e Rusya’nın saldırısında 9 yaralı!
Mersin’de kumar operasyonunda 4 kişi suçüstü yakalandı
Yargıtay'da Sayım Kurulu üye sayısı 3'e indirildi!
İmamoğlu'ndan gözaltı açıklaması!